Mihail Bulgakov ile tanışmam Temmuz 2014’te yaptığım Moskova ziyaretinde oldu. Çok yakın bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim. Kendisi uzun yıllardır Moskova’da yaşadığı için bize gönüllü rehberlik yapmış ve bu ilginç yazarın evine kadar götürmüştü.
Binanın ikinci katında bulunan daire güzel bir avluya bakıyordu. Aynı zamanda cafe olarak hizmet veren bu dairede yazarın yaşam izlerini hemen ayırt edebiliyordunuz.
20. yüzyıl yazarlarının en vazgeçilmez yazı yazma aracı olan eski bir daktilo hemen ilgi çekiyordu.
Ağzında bir çanta taşıyan domuza binmiş çırılçıplak kadın figürünün ne anlama geldiğini kitabı henüz okumadığım için bilmiyordum.,
Duvara dayalı duran piyanosu yazarın müzikle olan ilişkisinin bize haberini veriyordu sanki…
Odaların içine yerleştirilmiş çeşitli Bulgakov heykelciklerinin yazar yaşarken mi sonradan mı yapılmış olduğunun cevabını öğrenemedim.
Vitrini süsleyen yedi kollu şamdan yazarın dini inancını gösteriyordu.
Ve en ilginç an Usta ve Margarita isimli kitabın Can Yayınlarından çıkmış eski baskısının sergilenmesiydi. O an bu kitabı okumaya karar verdim diyebilirim.
Bütün yazarlar gibi yaşadığı çağın içinde ya anlaşılmamış ya da düzenle çatışmaya girmişti. Bulgakov’un Stalin ile ne türden bir çelişkiler yaşamış olduğunu Usta ve Margarita isimli romanı okurken içindeki bazı cümlelerden çıkarabiliyorsunuz.
SSCB içinde yaşayan bir yazar nasıl olur da fantastik bir eser yazar?
Daha da önemlisi SSCB’de nasıl yazar ya da şair olunduğuna ve bunu ne şekilde yaşıyor olduklarına ilişkindi.
Yazar olma kriterleri neydi?
Bir yazarı doğaüstü olaylar kurmaya iten sebep ne olmalıdır?
Hemen bir itirafta bulunmalıyım, Usta ve Margarita son yıllarda okumakta zorlandığım ender eserlerden biriydi ve okuma sürecim tam anlamıyla dört aya yayıldı.
Şu bir gerçek ki aslında fantastik edebiyata karşı mesafeliyim hatta hiç tercih ettiğim bir şey değildir; beni bu kitabı okumaya iten sebep tamamen yaşadığı yeri görmüş olmam ve merakımdı.
Az önce yazdığım soru cümlelerini kitabın tam ortasına geldiğimde kendime sormuştum.
İki yazar ki biri yazarlar birliğinin başkanı, oturup konuşurlarken yanlarına tuhaf biri gelir, peş peşe garip öyküler anlatmaya başlar ve gelecekten haberler verir.
Sonra yazarlar birliği başkanı sonu feci bir sonla bitecek şekilde ölür.
Kısa süre sonra tuhaf şahsiyetin Şeytan olduğunu anlarız ve Moskova’da ilginç şeyler yapmaya başlar.
Şeytan ancak o bildiğimiz varlığını kötü olmaya borçlu bir yaratık değildir; o daha çok insanların ikiyüzlü taraflarını ortaya çıkaran, sanki onların bu eylemleriyle yüzleşmelerini ve hatta cezalandırılmalarını sağlayan bir melektir!
Şeytan’ı bu şekilde görme ve anlamaya çalışmanın da farklı bir boyutu olmalıdır.
Bir dener misiniz? Peki, önce kitabı okuyun…
Uzunca bir süre boyunca ortada ne Usta ne de sevgilisi Margarita vardır.
Usta’yı bir akıl hastanesinde tanırız. Bize anlattığı öyküsü çok tanıdıktır. Aslında kitabın içinde de yer alan Pontius Pilatus’la ilgili kitabı yazmıştır. Kitap İsa’nın çarmıha gerilmesini farklı bir bakış açısıyla anlatmaktadır.
Ve tabii Usta’nın eseri dönemin yetkin edebiyatçıları ve eleştirmenleri tarafından kabul görmemiş hatta çok ağır eleştiriye uğramıştır.
Usta bir anlamda dışlanmış, hayata küsmüş ve bu nedenle de akıl hastanesine taşınmıştır; aslında herkes kadar sağlıklıdır.
Yine romandaki akıl hastanesi imgesi de bambaşka bir sunumla gösterilmektedir.
Kısa süre sonra sahneye sevgilisi Margarita çıkar ve bütün varlığıyla ortadan kaybolmuş Usta’yı bulmak ve ona hak ettiği yeri sağlamak üzere Şeytan ile ilişkiye girer.
Şeytan’ın Margarita’ya gösterdiği ayrıcalık aynı zamanda ona yüklenen imgenin de göstergesidir.
Kitabın bir bölümünde Şeytan’ın yardımcılarının Yazarlar Birliği’nin lokaline girmeye çalışmasıyla ilgili kısım vardır. Kapıdaki görevli kız ısrarla yazar olduklarını kanıtlayan kimliklerini görmek ister.
O sırada verilen cevap çok ilginçtir.
“Söyleyin bana: Dostoyevski’nin yazar olduğunu inandırmak için kendisinden kimlik kartı mı istemeniz gerekirdi? Hiçbir kimlik kartı gerekmeksizin rastgele bir eserinden beş yaprak alın, karşınızdaki adamın yazar olduğunu hemen anlarsınız.”
Hani bazen “bu kitap ne anlatıyor?” diye soru sorar ve onun içinde bir cümleyi ararsınız ya benim için de bu kitabın bütün düğümü burada çözülmüş oldu.
Geçtiğimiz günlerde Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım, stadyuma TSYD üyesi olmayan yazarların alınmayacağını ilan etti. Bu bir şekilde spor yazarı olmanın ölçüsünü koyuyordu.
2009 ve 2013 yıllarında iki kitap çıkardım. Kimse ilgilenmediği ve basmadığı için kendi olanaklarımla kitabımı bastırdım, tanıtımı için çaba harcadım.
D&R ve İdefix internet sitesinde kitaplarımın satışını durdurdu ve bununla ilgili defalarca kere mesajla soru yöneltmeme, Twitter üzerinden ulaşmaya çalışmama rağmen geri dönüş yapmıyorlar.
İşte bu…
100 sene önce bir yazar nasıl var olma savaşı vermişse bugün ben de bir şekilde bu savaşı veriyorum ve Bulgakov’un geçerken bıraktığı izleri takip ediyorum.
Can Yayınlarının kitapla ilgili arka kapak yazısını okuyalım mı?
Sovyet edebiyatının önde gelen adlarından olan Mihail Bulgakov, yapıtlarının çoğunda Sovyet bürokrasisini eleştirdi; bu nedenle Sovyet otoriteleriyle pek çok kez karşı karşıya geldi, yazdıkları sansürlendi. Yazarın Usta ile Margarita adlı dev yapıtı ise, kendi sağlığında değil, ölümünden yirmi altı yıl sonra, 1966′da yayınlandı. Üstelik yaklaşık seksen sayfası çıkarılmış olarak. Yayınladığımız bu kitap, sansüre uğrayan bu sayfaları da içeriyor.
Diyelim ki “Usta ve Margarita” yazılmamış olsun ve bugün eserin çıktılarıyla Can Yayınlarının kapısını çalsam orada duran editör ne şekilde cevap verirdi?
Kitabıma aynı coşkuyla yaklaşır mıydı yoksa hemen burun kıvırıp “bu ne saçmalık mı?” derdi.
Benim için tahmin etmek çok zor değil.
Geçen sene tam da bu zamanlar yazmıştım; Yazarın “ilahi ateşle” yaratma telaşını anlamak başlıklı yazımı;
“Ben de sana diyorum ki editörlerin yüzde doksan dokuzunun başlıca üstünlüğü, alçaklıktır. Bunlar yazarlıkta üstünlük gösterememişlerdir. Zannetme ki bunlar yazı yazma aşkına masanın esiri, idare müdürünün kölesi olmuşlardır. Bunlar yazı yazmayı denemişler, başaramamışlardır. İşte bu işin lanet çelişkisi de burada. Edebiyatta başarıya açılan bütün kapıları bu bekçi köpekleri, edebiyatta başarı kazanamamış bu editörler tutmuştur. Editörler, editör yardımcıları, bunların çoğu, sonra dergilerin ve kitap yayımcılarının yazı okuyucuları hep yazmak istemiş, ama başaramamış kimselerdir. Fakat dünyadaki bütün yaratıklar içinde bu işe uygun olmayan bu kişiler, neyin basılabilecek neyin basılamayacak olduğuna karar veren kişilerdir. Kafalarında orijinal hiçbir şey olmadığını ispat eden, içlerinde o ilahi ateşten eser bulunmadığını göstermiş olan bunlar, oturup, orijinal eserler, deha eserleri üzerine hüküm yürütürler. Bunların arkasından da yine bir sürü başarısız kişiden ibaret olan eleştirmenler gelir. Bana bunların da birtakım hayalleri olmadığını, bunların da şiir ya da öykü yazmaya yeltenmediklerini söyleme sakın; zira hepsi de yeltenmiş, ama başaramamışlardır. Eleştirilerin yarısına bakıldığında bile mide bulandırıcıdır. Kendilerinin eleştirmen olduklarını iddia edenler hakkındaki düşüncemi bilirsin. Büyük eleştirmenler de vardır, tabiî, ama bunlar kuyruklu yıldızlar kadar nadirdir. Eğer yazarlıkta başarısızlığa uğrarsam, editörlük mesleğini kabul edeceğim. Nasıl olsa geçim yolunu buluruz.”(*)
Yukarıdaki satırlar o yazının içine alınmış Jack London’ın Martin Eden isimli yapıtından…
Usta ve Margarita isimli esere geri dönelim mi?
SSCB içinde yaşayan bir yazar nasıl olur da fantastik bir eser yazar?
Her yazar sesini bir şekilde duyurmak için çırpınıyor ve bunu yaparken de en olmadık imgelerle arayışlara giriyor.
Değeri, farkı, sanatını kimse o an ayırt edemiyor. Çünkü sistem bu şekilde çalışıyor.
Yazar olduğunuzu ispat edebilmek için mutlaka birileri tarafından etiketlendirilmeniz hatta kimlik kartı verilmeniz gerekiyor.
İşte bundan sonra bütün kapılar açılıyor.
Martin Eden editörler tarafından fark edilip, yazar statüsüne yerleştirildikten sonra bu ikiyüzlülüğün içinde yaratma ve yaşama arzusunu kaybetmişti.
Yine aynı şeyleri söyleyeceğim; bunların hiçbiri gerçek değil.
Bu ilginç kurguya sahip eseri okumak ilginç bir serüven oldu benim için.
http://blog.radikal.com.tr/kultur-ve-sanat/yazarin-ilahi-atesle-yaratma-telasini-anlamak-75377
Güzel bir yazı olmuş. Kitabınızdan da burada haberdar oldum edinmeye çalışacağım. Yalnız SSCB’de fantastik roman meselesiyle ilgili bir şey söyleyeceğim; o yıllarda fantastik romanların ve bilim kurguların çok revaçta olduğu bir dönem yaşandı. Hatta bunu Sovyet bilim kurgu olarak bir alt türe indirgeyenler dahi vardır. Aynısı fantastik edebiyat için de geçerli sayılabilir. Bu tip eserler nitelik yönünden de iki kategoride toplanırlar: Sovyet ütopyasını temsil edenler ve Sovyet karanlığını kayda geçirenler. Üstat ile Margarita ikinci kategoriye yakın olsa da daha sivri ve daha alegorik oluşuyla biraz daha ayrıksı bir örnektir.