Masumiyet Müzesi Orhan Pamuk’un Nobel’den sonra yayınladığı ilk olması bakımından herkes tarafından merakla beklenen bir romandı. İlk baskısının kaba tabirle kafadan 100.000 adet yapması da bunun göstergesi. Orhan Pamuk edebiyat tarihimizin en çok tartışılan yazarlarından biri haline geldi. Romancılığı bir tarafa yazarlığı tartışıldı. Kitaplarını kimsenin bitiremediğinden dem vuruldu. Kuşkusuz bütün bunların haklı sebepleri de vardı.
Nobel’den sonra Benim Adım Kırmızı isimli romanı bir kere daha okuma ihtiyacı duymuştum. Çünkü Nobel için, Akademi önünde toplantı sırasında okuduğu metin çok fazla rahatsız etmişti. Bir sürü Türkçe yanlışı sadece beni değil, birkaç yazarı da düşündürmüş olacak bu metni masaya yatırmışlardı. Benim Adım Kırmızı’yı bir de bu gözle okurken, 1998 yılında ilk okumam sırasında sayısız detayı gözden kaçırmış olduğumu fark ettim.
Türkiye’de birçok genç yazar, Orhan Pamuk’un yaptığı Türkçe yanlışları yüzünden bir kenara atılıveriyor.
Masumiyet Müzesi de en az diğerleri kadar Türkçe yetersizlikleri ve hatalarıyla örülmüş bir roman. Bilgi yanlışlarının da olduğunu fark ediyorsunuz. Örneğin aklımda kalan bir örnek vereyim; belediye bandosunun Mozart’ın cenaze marşını çaldığını söylüyordu bölümlerin birinde. Mozart’ın ve birçok bestecinin cenaze marşı olduğunu biliyoruz; ancak dünyada ve Türkiye’de çalınan o değil.
Kitap tutkulu bir aşk üzerine kurgulanmak istese de bu tutkuyu biz sadece yazarın saplantılı davranışlarında görebiliyoruz. Yani kahramanımız Kemal, Füsun’u çok seviyor, bunu sürekli sözlerle de ifade ediyor ancak yazar olmanın temel unsurlarından bir tanesi olan duyguların yazı şeklinde imgelenmesini bu romanın içinde göremiyoruz. Belki de hedeflenen de değil, kim bilir? Beni en çok rahatsız eden de saplantılı âşığın, giderek âşık olunan kişinin sahip olduğu, dokunduğu ya da baktığı tüm nesneleri çalarak evine taşıması ve onlarla kurduğu fetişist ilişki. Aslına bakılırsa bu durumun kimilerince anlaşılır olduğunu da biliyorum. Aşkın insanı şekilden şekle soktuğunu hepimiz çok iyi biliyoruz.
Sevdiğiniz kişinin çantasından çıkan ve onun kokusuyla yoğunlaşmış küçük bir kâğıt parçasını yıllar sonra üzerinde kokudan eser kalmasa da koklamaya çalışıp o ilk elinize geçtiği anda hissettiğiniz duyguya geri dönme anı gibidir böyle nesneler kurulan ilişki. Çalma saplantısı aşkın insanı ne hale getirdiği anlama bakımından güçlü bir imge olsa da çokça başvurulan bir yol olduğu için edebiyata katkısı tartışılır.
Ancak müze imgesi, romanın da bu formatta, müze rehberi gibi kaleme alınması bizim açımızdan fazlasıyla yenilikçidir. Zaten Orhan Pamuk’u edebiyat dünyasında olmasına neden olan şey de belki yazdıklarının edebi gücü değil de form olarak getirdiği yeniliklerdir. Kara Kitap’ın yayınlandığında ses getirmesinin nedenlerinden bir tanesi de o güne kadar yazılmış kitaplar içinde farklı bir duruşu olmasındandı. Benim Adım Kırmızı’nın da farklı bir formatı vardı. Geleneksel Türk romancılığının dışına çıkılmıştı. Zaten Nobel’e giden yol da bu şekilde açılmıştı.
Kitapta, uzun cümlelerle tartışılan bekâret sorunu da fazlasıyla yer kaplıyor.
Yıl 1975, dünyada 1968 gençlik hareketi etkisini yitirmiş, cinsel devrim belli bir noktaya gelmiş, Türkiye henüz o çizgiye yaklaşamamış. Romanımız o tarihin içinden bize bir kesit sunuyor.
Sorun, kızların kendilerini kolay ya da zor bir erkeğe teslim etmeleri ve kızların bu durum karşısında aldıkları tutuma göre adlandırılmaları ya da anılmaları.
Kadın ile erkeğin “arasına gire(miye)n şeyin” edebiyat dünyasında bir türlü doyasıya yaşanamamasının ya da yaşandığında tam olarak toplumla örtüşememesinin çok ilginç bir tarihi ve süreci vardır.
Orhan Pamuk bir aşk romanı yazayım derken tam bir sosyolojik olayı masaya yatırmış oluyor. Ele alış tarzını ve havasını bir türlü sev(e)medim.
Bir kadının erkekle birlikte olmaya karar vermesi ve sonuna kadar gitmeye (bu deyimi yazardan ödünç alıyorum, sürekli bunu kullanıyor) cesaret etmesindeki ölçütün ne olduğunu ben hala çözebilmiş değilim. Bir yazar olarak bu ilişkiyi fazlasıyla kurguluyorum romanlarımda. Ama kurarken belki kendi (arkaik) romantizmimden olacak aşk unsurunu fazlasıyla önemsiyorum. Kuşkusuz Orhan Pamuk’un Kemal’i ve Füsun’u birbirlerini çok seviyorlar. Ancak o ilk buluşma günü Füsun’un tutumunu anlamam çok kolay değil. Yazar, Kemal’in ağzından bunu şaşkınlıkla anlatıyor. Füsun’un kendi kendine soyunması belki de insanı seksten soğutacak kadar basit anlatılıyor. (Açıkçası Benim Adım Kırmızı’da Kara’ya oral seks yapan Şeküre’nin o anı bile çok daha erotizm kokuyordu. İnsanı etkiliyordu.) Sonra da sayfalar boyunca, herkesin ağzında bu var. Romanın içine girip çıkan bütün kahramanlar sanki bunu düşünüyor ya da buna göre sınıflanıyorlar. Özellikle kadınlar elbette. (Yanlış bulmuyorum, yanlış anlaşılmasın! Estetik imge olarak değerlendiriyorum.)
Bekâretini kolay verenler, vermeyenler ya da belli bir güvence karşılığı (banka teminat mektubu-evlilik de diyebiliriz buna) verenler romanın içinde uzun süre konu ediliyor.
Bir romanı iki sayfanın içinde özetlemeye ve değerlendirme çalışmanın güçlüklerini yaşıyorum şu an. Biraz da kişi olarak Orhan Pamuk’u konuşalım ve bitirelim.
Orhan Pamuk, Dostoyevski’nin adımlarını izleyen bir yazar. Onun gibi yazmaya, hissetmeye çalışıyor. Bu nedenle de zorlanıyor. Kar’daki havayı Cinler’de bulmuştum. Ancak Kar romanıyla birlikte rahatladığını, üzerinde büyük bir ağırlık gibi taşıdığı şeyi attığını yazmıştım bundan beş-altı yıl önce bir başka platformda.
Orhan Pamuk’un sevilmezliği, edebi kişiliğinden değil; hiçbir yere ait olmayan politik duruşundan kaynaklanıyor. Türkiye için tabu niteliğindeki Ermeni ve Kürt meseleleri hakkında, sanki Türkiye’de yaşamayan biri gibi yorum yapmış olmasaydı Nobel’den sonra bu toplum onu baş tacı ederdi kuşkusuz. Ama o kalktı, benim de çok fazla eleştirdiğim bir aydın duruşuyla Türkiye’yi ölçüsüzce eleştirdi. Ne söylediğinizle birlikte nasıl ve nerede söylüyor olduğunuz da çok önemlidir. Bu kuşkusuz Orhan Pamuk’un linç edilmesini gerektirmez. Ama bir Orhan Pamuk karşıtlığı varsa bunun gerisinde yatan şeyin politik söylemden kaynaklanmış olduğunu da görmemiz gerektiğine işaret eder.
Top yekûn reddetmekle, ona sahip çıkmak aynı duruşu ifade eder. Ben her ikisinin de yanlış olduğunu düşünüyorum.
Son olarak bir başka yerde de yazmış olduğum bir cümle ile bitireyim.
Orhan Pamuk sadece edebiyatla yatıyor ve edebiyatla kalkıyor. Edebiyata ne veriyorsa onu da geri alıyor. Onun yaşam biçimi, edebiyatla kurduğu ilişki benim için platonik bir aşk hikâyesi. Çok seviyorum ama yaşayamıyorum. Bu bile Orhan Pamuk’u benim gözümde ayrı bir yere koymaya yetiyor.
Kasım 2008’de www.indigodergisi.com ‘da yayınlanmıştır.