Aklımızı ‘bilgi’ mi yoksa ‘ego’ mu besliyor?


Dün işyerimdeki asker emeklisi idari işler şefi yemekte başından geçen bir şeyi anlattı.

Bilindiği gibi devletin diğer kurumlarında olduğu gibi askerlikte de bir iç hizmet yönetmeliği vardır. Yönetmelik garnizonun içinden dışına askerin bütün süreçleri nasıl yaşayıp, hareket edeceğini tarif eder.

İdari işler şefimiz dönem arkadaşı bir subayın bu yönetmeliğe karşı duruşunu özetledi. Subay arkadaşı her fırsatta şöyle söylermiş:

“Yönetmelikte yazan hiçbir şeyi ‘ben’ yapmam, zaten o yönetmelik benim yaptığım şeyleri yazar!”

Tam bu sözlerin anlamını kafamda yerleştirmeye çalışırken işyerimizdeki bir başka arkadaş şu eklemede bulunma gereği hissetti.

“Ben de hiçbir yorumu dinlemem, okumam; aklım benim nasıl hareket edeceğimi söyler, çok şükür bu seviyeye ulaştık.”

Son yıllarda çalıştığım işyerlerinde duyduğum veya karşılaştığım söylem veya tavır bu yaklaşıma yakındır.

Bu nedenle çok iyi bildiğim, uzmanı olduğum konuları bile neredeyse en temel bilgi seviyesiyle anlatmak zorunda veya durumunda kalıyorum. Çoğu zaman anlatmada başarılı olamadığım için geriye sorunları yaşayarak öğrenme sürecine teslim oluyorum.

Çünkü ülkemizin temel gerçeği bu oldu.

Hemen herkes her şeyi çok iyi biliyor. Üstelik başkasının uzmanlığı olan konuları çok daha iyi biliyor.

Bir elektrik mühendisine gidip diyorsunuz ki;

“Pompa az su veriyor, gidip elektriksel bağlantılarını kontrol ettirir misiniz, belki ters bir bağlantı vardır?”

Elektrik mühendisi kendisinden çok emin bir şekilde;

“Pompada elektriksel bağlantı sorunu yok, o pompa zaten bu kadar su basar!”

Bu cümlenin anlamı “sen zaten doğru pompayı seçememişsin” şeklinde söylenmiştir.

Kendisinden emin, hata yapmış olma ihtimalini aklına bile getirmeyen, her şeyi çok iyi bilen mühendis yaklaşımı ne kadar tanıdık değil mi?

Böyle bir tavır karşısında insan kendisinden, bilgisinden, mesleğinden, tecrübesinden şüphe duyuyor ister istemez.

Sonuç: Servis gelir, elektrik uç bağlantılarının yerini değiştirir ve pompa üzerine yüklenen bütün tarihsel bilgi ve bilgelikle seçiminde öngörüldüğü gibi çalışmaya başlar.

Elektrik mühendisi arkadaşımız hiçbir şey olmamış gibi bir sonraki kendisinden emin bilgi sergileme senaryosundaki rolünü beklemeye başlar.

Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine göre insanımız günde 6 saat televizyon izliyor, 3 saat internete giriyor, kitap okumaya ayırdığı süreyse 1 dakikadır.

Bu bir dakikayı oluşturan da bizim gibi zamanını kitaba, okumaya, yazmaya ayıran kişilerin genel ortalamaya yaptığı katkıdır. Aslında ülkemizin büyük çoğunluğu okumuyor.

Avrupa’da her yüz kişiden 21’i kitap okuma alışkanlığına sahipken; ülkemizde bu sayı 10.000 kişide bire kadar iniyor.

Birkaç defa bu sayfalarda söz etmiştim; geçtiğimiz yaz bir arkadaşımı görmek üzere Moskova’ya gitmiştim. Moskova’nın en göze çarpan özelliklerinden bir tanesi metrosuydu. Yüzyılın başında başlayan çalışmalar özellikle Stalin döneminde Moskova’nın en önemli projesi haline gelmiş ve şehir yeraltında örümcek ağı gibi örülmüştür, birbirine bağlanmıştır.

Bu sadece bir inşaat faaliyeti değildir, sanatsal bir çalışmadır.

Bugün şehrin en uzak mesafesine bir saatte ulaşmanız mümkündür. Kuşkusuz bu bir sorumluluk bilincidir.

Metroda seyahat ederken gözüme çarpan en önemli detay birbirinden güzel, alımlı kızlarıyla birlikte çoğunluğun elindeki kitap veya kitap okuma araçlarıydı. Herkes bir şeyler okuma telaşındaydı.

Çok şükür bizim de artık metromuz var. İnsanlarımız da bu aracı kullanıyorlar. Fırsat buldukça ben de metroyu kullanmaya gayret gösteriyorum. İstiyorsun ki Moskova’daki gibi kitap okuyan kişiler olsun. Akıllı telefonlar, tabletler aynı zamanda güzel kitap okuma araçlarıdır. Ancak oyun oynamayı kitaba, bilgiye, öğrenmeye tercih ediyoruz.

Kitap okuma alışkanlığımız olmadığı için de yazamıyoruz. Kitap yazan kişilerin ürettiği eserlere mesafeliyiz. Bu sadece kitap okumayanlar arasında olan bir mesafe değil, çok daha acı bir gerçek; kitap okuma ve yazma sevdalısı kişilerin arasında da kitap yazamaya çalışanlara karşı bir soğukluk, kendini beğenmişlik var.

Neden?

Girişte anlattığım subay durumu çok iyi özetliyor.

Herhangi bir şeyi öğrenmeye, bilmeye ihtiyaç duyacak durumda değiliz, biz zaten doğuştan gelen özelliklerimizle her şeyi çok iyi biliyoruz, zaten kitaplar bizim bildiklerimizi tekrar etmekten başka bir işe yaramazlar.

Tanrısaldır.

Bu yüksek benlik duygusunun aklın önüne geçtiği ego ile anlatılacak bir durumdur.

Einstein bu durumu matematiksel olarak çok güzel göstermiştir.

Ego ile bilgi ters orantılıdır.

Ego = 1 / Bilgi

Çok basit bir formüldür. Eğer bilgi seviyeniz ‘bir’ birime karşılık geliyorsa bu sizin egonuzla eşitleniyor. Eğer ‘2’ birim bilginiz varsa egonuz yarıya düşüyor. Bilgi arttıkça ego, ben merkezi zayıflıyor.

Yok, bilgi azalıyorsa o zaman ego devreye giriyor. Eğer bilginiz “sıfır” seviyesindeyse ego  “∞” sonsuza gidiyor ve artık kontrol edilemez hale geliyor.

Bu aynı zamanda bilginin de niteliğini değiştirdiğinden egonun yarattığı bilinç seviyesiyle bilgi kontrol ediliyor.

İnsanımızın bilgiye, bilime, akla yaklaşımını belirleyen mekanizma ülkemizin genel durumuyla da doğru orantılıdır.

Bu durumu değiştirmek için o kadar şeyi de değiştirmek gerekiyor ki…

http://twitter.com/uzaygokerman

uzaygokerman@gmail.com

 

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: