Bundan yaklaşık on beş yirmi sene evvel TÜYAP’tan Milli Eğitim Bakanlığı yayınlarından satın almıştım Mesnevi’yi. Ama ilk okuma girişimim ise 2001 yılında bir süre iş nedeniyle kaldığım Söke’de, çok sevgili bir dostumun sahip olduğu, halen ödünç olarak bende duran Kenan Rufai’nin Şerh’iyle olmuştur.
Bu yazının amacı Mevlana’yı tanıtmak, anlatmak, ya da buna benzer “ukalalıklar” yapmak değil. Çünkü böylesi bir bilgi donanınım yok. Daha çok anmak, yüreğimizde hissetmek; “tecellisi” ile ilintili, manevi bir dışavurum olarak ifade edilebilir, belki?
Yıllar yıllar önce dayım getirmişti babama uzunçalar plaklarını, Dede Efendi’nin. Sema Ayininin ilk müzik tınılarını dinlediğimde onu anlayacak bir ilgi yönelimim olamamıştı. Çok uzun zaman da olmadı zaten. Fakat geçen sene(*) başında Beyoğlu Caddesi’nde yürürken Hammamizade Dede Efendi’nin CD’lerini almak için yüreğimi bir şeyin sıkıştırdığını hissettim. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait Odakule’nin karşısındaki mağazaya girip, altı albüm satın aldım.
Elbette bu da yetmiyordu; şimdi kısa süre içinde eve dönmek, dinlemek gerekiyordu.
Günlerce evde, işe gidip gelirken, sabah akşam dinledim, durdum. Hani insan kaybetmiş olduğu zamanı kapatmak için soluksuzca çabalar, çalışır ya… Dinledikçe içimde, derinlerde bir yerlerde bazı şeylerin yer değiştirdiğini hissettim. Yaratım dediğimiz bu değil mi zaten? Yaratılanın, insan ruhunda bıraktığı izin derinliğiyle doğru orantılıydı, onun etkisi, gücü.
Söke’de küçük bir otel odasında ilk satırlarını okuduğum, ikili nizamla (Lise’de Edebiyat derslerinde okumuş olmamıza rağmen unutmuşum; buna da mesnevi denilirmiş) yazılmış beyitlerin şerhlerini okudukça, kutsal zenginlik beni daha da içine çekmişti.
Giriş
İşit, bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor:
Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek, kadın… herkes ağlayıp inledi.
Ayrılıktan parça parça olmuş, kalb isterim ki, iştiyak derdini açayım.
Aslında uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını arar.
Ben her cemiyette ağladım, inledim. Fena hallilerle de eş oldum, iyi hallilerle de.
Herkes kendi zannınca benim dostum oldu ama kimse içimdeki sırları araştırmadı.
Benim esrarım feryadımdan uzak değildir, ancak (her) gözde, kulakta o nur yok.
Ten candan, can da tenden gizli kapaklı değildir, lâkin canı görmek için kimseye izin yok.
Bu neyin sesi ateştir, hava değil; kimde bu ateş yoksa yok olsun!
Aşk ateşidir ki neyin içine düşmüştür, aşk coşkunluğudur ki şarabın içine düşmüştür.
Ney, dosttan ayrılan kişinin arkadaşı, haldaşıdır. Onun perdeleri, perdelerimizi yırttı.
Ney gibi hem bir zehir, hem bir tiryak, ney gibi hem bir hemdem, hem bir müştak kim gördü?
Ney, kanla dolu olan yoldan bahsetmekte, Mecnun aşkının kıssalarını söylemektedir.
Bu aklın mahremi akılsızdan başkası değildir, dile de kulaktan başka müşteri yoktur.
Bizim gamımızdan günler, vakitsiz bir hale geldi; günler yanışlarla yoldaş oldu.
Günler geçtiyse, geçip gitsin; korkumuz yok. Ey temizlikte naziri olmayan, hemen sen kal!
Balıktan başka her şey suya kandı, rızkı olmayana da günler uzadı.
Ham, pişkinin halinden anlamaz, öyle ise söz kısa kesilmelidir vesselâm.
Özellikle “tecelli” dediğimiz, büyülü maneviyatından söz etmek istiyorum. Daha önceleri de bu kelimeyi sayısız defalar duyuyordum. Anlam vermediğimiz sayısız kelimeler, kavramlardan bir tanesiydi işte. Belki içinde bulunduğum “özel durumun” ve dönüşümün etkisiyle büyülemişti “tecelli” kavramı. Şerh’te “Tanrı’nın varlığını bir şekilde göstermesi, yüreğine düşürmesi,” olarak anlatılıyordu. Bir anda yerime çakıldığımı anımsıyorum.
Önemi olmayan, değer taşımayan birçok olgunun, olayın, zamanı geldiğinde bizim için nasıl anlamlı hale geldiğinin en güzel açıklamalarından bir tanesiydi bu. Tecelli kavramı benim için din bilgisinden daha öte bir yerlere gitti. Kapanmış kapıları açmak bir yana, hiç bakmadığım şeyleri, görmemi sağladı.
Mevlana, Söke’deki sıcak yaz günü, küçük otel odasının içinde yüreğime düşmüştü. O günlere eşlik eden dostumla bitip tükenmek bilmeyen sohbetlerimizin tam ortasına oturmuştu, Mesnevi. Ödünç olarak aldığım o kitabı bir türlü sahibine veremedim!
Sonra, Şeb-i Arûs’la tanışma.
Konya’dan canlı olarak yayınlanan Sema töreni… Televizyonumuzun tek kanallı günlerinde de buna benzer törenleri izlediğimi anımsıyorum. Fakat bu isteyerek, severek izlemekten çok, biraz sonra başlayacak bir diğer programı bekleme sabırsızlığından başka bir şey değildi.
Oysa yıllar sonra, cıvık cıvık laubaliliklerle dolu ekranın karşısına geçip, kanal ayarını Şeb-i Arûs kutlamalarını izlemek olarak seçmenin ayırdına varma farkındalığıydı benim yolculuğumu anlamlı kılan.
Şeb-i Arûs başlıyor. Bu sene bir kere daha gidemedim törenlere. Her sene gelmesi beklenen anlamlı zamanı sayıyorum. Bu sene 738.si yapılıyormuş. Hz. Mevlana’nın 17 Aralık 1273’te ölümünden sonra aradan geçen süreyi ifade ediyor bu sayı.
Gazete haberlerinden bir başlık:
“Semazenler Batılıların başını döndürüyormuş.”
Bir başka haberi anımsıyorum:
“Mevlevi Sema Ayini UNESCO nezdinde bir kültür mirası olarak kabul edildi. 2007 yılını Hz. Mevlana yılı kabul edilmesine…”
Yüreğinizde hissedebiliyor musunuz?
(*) Bu yazı 2005 yılında yazılmış ve İndigo Dergisi’nde yayınlanmıştır.