12 Eylül’deki referandumda “boykot”u veya “hayır”ı savunan sosyalist sıfatlı parti ve çevrelerin ortak ve başat gerekçesi, AKP ’nin işçi-emekçi sınıfın maddi koşullarını düzeltmek, haklarını genişletmek için bir çaba göstermediği, Anayasa değişikliklerinin de sosyalist hareketin/işçi-emekçi sınıfın çıkar ve talepleri ile doğrudan ilişkisi olmadığı. Eğer sosyalist sıfatıyla yaşadığımız şu son yılları sadece, asıl olarak o “maddi çıkar” parametreleriyle değerlendirmekle yetinebiliyor isek söylenecek fazla bir şey yok. Çünkü bu yaklaşım sosyalizmi alelade bir siyaset derekesine indirgemek, tarihsel misyonunu hiçe saymak demektir.
***
Oysa, sosyalizm, işçi-emekçi sınıfın maddi yaşam koşullarını iyileştirme mücadelesini şüphesiz içermekle birlikte, asıl olarak uygarlaşma sürecimizde ileri bir aşama hatta bir sıçrayış olma iddia/misyonunun adıdır. Onun tarihe, tarihsel gelişmeye verdiği özel önem de bundan dolayıdır. Ve “gelişme” dediğimiz şey maddi çıkara, mülkiyet ve bölüşümdeki paya bakılarak ölçülmez. İnsanların bilme, yapma, yaratma kapasitelerini ne ölçüde ve nasıl kullanabildiklerine, bununla hangi eşitsizlik türlerini ne ölçüde geride bıraktıklarına ve bunlar kadar önemli olarak da bütün ilişkilerde fiziki gücün, zor ve şiddet kullanımının geriletilme derecesine bakılır.
Bundan dolayıdır ki sosyalist düşünüş, kapitalist burjuva topluma geçişi bir devrim olarak nitelerken, onun bölüşüm-mülkiyet düzeninde yaptığı dönüşümden ziyade, fizik gücü, “doğal imtiyaz”ı, hak ve değerler hiyerarşisinin tepesine yerleştiren arkaik zihniyeti alaşağı etmesinin altını çizer. Her ne kadar burjuva toplum, burjuvazinin egemenliği, çözdüğü sorunlardan belki de daha fazlasını türetmiş, devraldığı kimi sorunları, eşitsizlikleri daha ağırlaştırıp keskinleştirmiş ise de, doğal-ilahi imtiyazı reddeden, fiziki-askeri gücün itibarını, statüsünü aşağılara iterek, bunun yerine üretim temelli, yani insanın ayırt edici vasfına, bilme, yapma, yaratma özelliğine referans veren yepyeni bir hak-değer hiyerarşisi kurduğu için “ileri”dir.
O nedenle başta sosyalizm olmak üzere modern akım ve hareketler. arkaik-aristokratik meşruiyetin inançsal köklerinin sökülmesi, asırlardır örtündüğü kutsiyet, korku ve hayranlıkla dokunmuş perdenin yırtılması için özellikle çaba göstermişlerdir. Çünkü ancak böylece özellikle “sıradan insanlar”, kaderlerini onlara teslim etmekten türeyen o itaat duygusundan, buna eşlik eden kendi değersizliği fikrinden sıyrılabilir, gerçekten özgür ve özgüvenli yurttaşlar haline gelebilirler. Ve bu kimlik, kişilik bilinci ile de burjuva/kapitalist toplumun devraldığı ve özel olarak türettiği sorunlarla mücadele etmenin ve çözmenin sorumluluğunu bizzat üstlenmeleri gerektiğini kavrayabilir.
Sosyalizmin “kitlelerin eseri” olması gerektiğini ifade eden temel fikrin olmazsa olmaz koşulu budur. Ve bu koşulun gereğinden uzak durmak sosyalizmden de uzaklaşmak demektir.
***
Türkiye 1990’lara gelinceye kadar yukarıda vurgulanan anlamda bir burjuva kapitalist topluma dönüşüm sürecini “tamamlamış” değildi. Her ne kadar kimi fabrikaları, bankaları, parlamento parti ve sendika gibi kurumları ile epeyce modern/burjuva bir toplum görüntüsü veriyor idiyse de, toplumun kaderini, potansiyelini nerelerde ve nasıl kullanacağına dair ana kararları veren ve uygulatan “devlet”in ağırlığı her konuda duyuluyordu. Kendini bu devletle özdeşleştirmiş asker-sivil bürokrasi, Batı burjuva devrimleri arefesinin aristokrasisi gibi yönettiği halkı aşağı/değersiz ve güvenilmez addeden bir ideoloji ile davranıyordu. Ekonominin büyümesini ama bunun kendi konum ve imtiyazlarına dokunulmadan, “devlet”e “varlığını armağan eden” kul kültü sürdürülerek, askeri-fiziki gücü yücelten “asker millet” kimliği benimsenerek olmasını elzem sayıyordu.
Baş siyasal rakibi modernleşmenin otantik bir süreçle, toplumsal kültürel muhafazakârlığı elden bırakmayarak gerçekleşmesini isteyen mülk-servet sahibi kesimlerdi. Bu muhafazakâr modern akım, 2000’li yıllara kadar “devlet”in imtiyazlarına, vasi rolüne ve hatta “darbe kültü”ne açıkça karşı çıkmayarak uzlaşmacı bir strateji izledi.
1990’larda “İslamcı” RP birinci parti konumuyla “devlet”in karşısına çıktığında bile o stratejinin dışında değildi. İktidar ortağı olduğu dönemde patlak veren ve “devlet”in karanlık ve çürümüş yönlerini açığa vuran ünlü “Susurluk Skandalı”ndaki tutumuyla “devlet”e yaranmaya ne denli teşne olduğunu göstermişti.
AKP’nin 2002’deki “beklenmedik” başarısının asli sahibi, 1980’li yıllardan itibaren güçlü bir dinamizmle kendini yenilediği gibi, Anadolu ’nun birçok merkezinde yaygın bir sanayileşme hamlesi gerçekleştirerek gittikçe büyüyen bir ekonomik-sosyal gücü temsil eder hale gelen otantik Türkiye burjuvazisidir. Bu burjuvazi, 1920-80 döneminin “devlet eliyle” kotalar, gümrük vergileri gibi “ihsan”larla palazlanmış ve o nedenle de “devlet”e mızıldanarak da olsa itaat alışkanlığına “yapısal olarak” sahip burjuvazisi değildir. “Serbest piyasa” koşullarında ihracata dayalı bir sanayileşme dalgası içinde oluştu. Kendini dünya pazarı içinde rekabetle kanıtladığı için özgüveni yerinde. Dolayısıyla “devlet”in imtiyaz ve “özerkliği”yle oluşmuş “statüko”yu kabule yatkın da değildir.
Nitekim AKP’nin şahsında iktidar olur olmaz, “devlet”in ve uyguladığı tepeden/şekli modernleştirme politikalarının ürünü olup “çağdaş” yaşam tarzını bir üstünlük gerekçesi saymaya koşullanmış orta sınıfın giderek zıvanadan çıkan tepkisiyle karşılaştı. Sürüyle darbe planı, Ergenekon gibi siyasal komplolar, yüksek yargının akla ziyan hükümleri ile izledik bu “mücadele”yi.
AKP’nin şahsında otantik Türkiye burjuvazisi, bu “mücadele” süreci boyunca rakibine karşı fiziki şiddete, zora başvurmadı. Siyasal şiddet (darbe) tehditlerine, Danıştay suikastı gibi komplo ve provokasyonların yanı sıra kapatılma gibi “hukuksal şiddet”e de maruz kalmasına rağmen, örneğin elindeki polis gücüyle uygulayabileceği işkence yöntemlerine de yönelmedi.
Bu, AKP ve rakibi arasındaki mücadelenin bir anlamda burjuva form ve içeriğindeki uygar/sivil “güç” biçim ve imkanları ile arkaik, fiziki zor, tehdit, korkudan beslenen güç biçimleri arasında bir mücadele olduğunun özetidir. Bu mücadele aslında son ve genel seçim sonuçları bağlamında AKP’nin zaferi ile neticelendi. Bundan sonrası mağlupların bozgunu önlemek için verdikleri artçı muharebelerinden başka bir sonuç ve anlam üretemez. AKP’nin değişiklık paketinin ‘mazruf’u, bu artçı muharebelerinin son direniş noktası olan yüksek yargıyı mevzilerinden orta vadede sökmektir. Bu paketin kabulu ile Türkiye’de modern/burjuva-kapitalist toplumun siyaset alanı “tarih öncesi”nin kalıntılarından temizlendiği gibi, özel olarak bu toplumun siyasal kültürünü nefessiz bırakan, iğdiş eden fiziki şiddet ve güç kültü, bundan beslenen değerler, prestij algısının tıkacı da yerinden sökülmüş olacaktır.
Konuya güya sınıfsal “maddi çıkar” parametreleri ile bakanların hiç de sosyalistçe saymayıp önemsemedikleri, ayrıca pekala “kafa karıştırmak”la niteleyecekleri konu budur.
Öyle olsun. Ama biraz olsun üzerinde düşünülsün ki, eğer AKP’nin son halkası olduğu muhafazakar modernist gelenek, sözünü ettiğimiz asırlık mücadele sürecinde devlet gücünü, askeri-fizik zoru arkasına almış partilerden çok daha geniş bir halk desteğini edinebilmişse, bunun en başta gelen nedenlerinden biri bu muhafazakarların, halk kitlelerindeki bin yıllık sindirilmişliğe eklenen yüzyıllık horlanmaya duyulan insani tepkiye tercüman olmayı becerebilmiş olmaları. Bunu elbette kendi muhafazakâr burjuva dili içinden yaptılar ve şüphesiz o tepkinin gerçek bir özgüvene dönüşmemesine de dikkat ettiler. Sosyalistler bu mücadele sürecinde sadece fiziki-askeri güç kültünün, onun içerdiği “değer”leri cisimleştiren “devlet”lilerin yanında veya gölgesinde görüntü verdikleri için değil, o “devlet”in karşısına rakip/düşman olarak geçtiklerinde kullandıkları güç, şiddet vurgulu jargon ve tutumlarıyla da aynı horlayıcı tavrı yansıttıkları için kalıcı bir kitlesel destek, benimsenme hali oluşturamadılar.
Umarız ki sonuç, burjuvazi ve “devlet” arasındaki asırlık mücadelenin 12 Eylül 2010’da nihayet bitiş noktasına, sosyalistler için de geleneksel sosyalist anlayışın yüzyıllık hegemonyasının sonuna gelinmesi olsun. Ve yine umalım ki, sosyalist akım bu yeniden başlama noktasından itibaren Türkiye burjuvazisinin kendi meşrebince kısıtlayıp içini doldurduğu ve arkasına bundan böyle devlet zorunu da yedekleyeceği sivil, uygar değer ve niteliklerin çok daha zengin ve boyutlanmış halleriyle insani-toplumsal varoluşumuzun eksenine oturtulmasını hedefleyen bir mücadeleye, bu tarihsel misyonuna odaklanmanın uğraşına yönelir.
Ya da “geleneği”ne sığınıp halen bulunduğu sath-ı mailden tarihin dışına sürüklenip gider. Sözünü ettiğimiz misyon ise elbette ve mutlaka “sahibi”ni bulacaktır.
http://www.radikal.com.tr/radikal2/evetin_tarih_oncesi-1017610