Son defa, Hıncal Uluç üzerine…


Hıncal Uluç’a ilk mektubumu 80’li yılların ortalarında, liseye giderken yazmış olmalıyım. Onun sıkı bir takipçisiydim ve son 7-8 yılı bir kenara bırakırsak bu durum çok uzun yıllar devam etti. Bu nedenle 1980 ile 2015 arasındaki 35 yıla yayılan dönemdeki hemen tüm yazılarını okumuş, yaptığı programları takip etmiş biri olarak kendisini çok iyi tanıdığımı ve bu yazıyı kaleme almaya hakkım olduğunu iddia edebilirim.

Yazdığım iki kitapta da ona dair analizler vardır. Kimine göre iyi, kimine göre kötü kimilerine göre kötünün de ötesinde bir kişilik olarak Hıncal Uluç öyle ya da böyle Türkiye gündeminin 60 yılının içinde onu belirleyen, değiştiren ve aynı zamanda şekil veren biri olarak incelenmesi, değerlendirilmesi, anlaşılması gereken fenomendir.

Ölümü sonrasında özellikle kadınların penceresinden Defne Joy Foster’ın arkasından yazdığı yazı ile lanetlenmiş kişi olarak görülse de tüm kişilik özelliğini ve kimliğini buraya indirgemek hem doğru değil hem de basit olmamalıdır.

Yani gündemi izlediğimizde Defne Joy Foster ile ilgili o aşağılık yazıyı yazmamış olsaydı demek arkasından pek de öyle kötü hatırlanmayacaktı diye sonuca varmak mümkün hale geliyor; zaten medyamızda birçok kişi onun sayesinde mevki edindiğinden Hıncal Uluç hakkında detaylı eleştiri yapacak birini bulmak da bu bahiste kolay değildir.

Bu durum medyamızın hali pür melalini gözlemlemek bakımından anlamlıdır.

Ben 57 yıllık gazeteciyim. Ne çıkarttığım gazetelerle, ne çıkarttığım dergilerle, ne yazdığım yazılarla gurur duyuyorum. Şöyle Bab-ı Ali’yi bakıyorum; “Şunların ustasıydım ben” diyorum, bu bana gurur veriyor. Bunlar yaşayan gururlar çünkü… ‘Şunu ben yetiştirdim, bunu ben yetiştirdim’ diye ağzımdan çıkmadı. Böyle bir laf duydun mu? Hayır. Ama ben de biliyorum, onlar da biliyor. Bu da bana yeter. Gerçek ustalık, yaşayan eserindir.[1]

İtiraf niteliğindeki bu beyanı unutmayacağınız bir yere lütfen not edin ve medya ile ilgili sizi hayal kırıklığına uğratacak her durumda açın okuyun.

Bu satırların yazıldığı tarih 2013’tür. 57 üzerine 9 yıl daha eklemek gerekiyor. 66 seneye karşılık geliyor.

Hıncal Uluç’u sevmek zorunda değilsiniz; hayatta hiçbir şeyi sevmeye zorlanamazsınız ama eğer farkındalık sahibi biri olarak yaşama gayeniz varsa buraları “asla” atlamamız gerekiyor.

Hıncal Uluç mesleğe başladığında (1960’lı yılların sonu) Türkiye’de yavaş yavaş şekillenmeye başlayan bir “Fenerbahçe Medyası” vardı. Bu ülkenin sosyal gerçeklerine uyan bir durumdur. İsim babası Yalçın Doğan olan Fenerbahçe Cumhuriyeti kavramı tam da bununla bağlantılıdır. Anlamı sonra başkalaşmıştır.

Kim tarihi nasıl eğip bükerse büksün Fenerbahçe, Cumhuriyet’in kuıruluşuna direkt katkı vermiş, onu beslemiş Türkiye’nin çok önemli bir kurumudur.

Kitaplarımda tekrar tekrar bu detayı açıklama mecburiyeti hissettim, Fenerbahçe ve Galatasaray Türkiye’nin iki farklı anlamı olan değerleridir.

Galatasaray’ın kökü Osmanlı’nın çağın gereklerine uygun bir maarif sistem oluşturma çabalarına kadar gider ve belki de İmparatorluğun önemli, sonuçları göz önüne alınırsa en başarılı yapılarından biri olmuştur.

Cumhuriyet, Galatasaray modelini en başında doğru anlayabilse ve sonrasında kendisinin kurduğu okullara adapte edebilme başarısı gösterseydi bugün en az Galatasaray kadar etkili daha çok eğitim kurumlarımız olurdu.

1980 Askeri Cunta rejiminin üzerinden geçip yok etmek istediği Haydarpaşa Lisesi bu modele en yakın kurumdu ama Galatasaray ile rekabet edecek donanıma hiç sahip olamadı. Günümüzde eski mezunlarının etkili çabalarıyla yeniden eski günlerine dönmeye çalışıyor.

1980 sonrasında da üniversite gerçeği ve yatırımı gündeme geldi ve lisenin önemi geri plana itildi. Oysa batı medeniyeti bugün geldiği seviyeyi üniversite kadar köklü lise kurumlarına borçludur.

Galatasaray Lisesi’nin ülke gündemine hissedilir şekilde etkisi bu rakipsiz ortamda ve özellikle de 1980 Askeri Darbesinden sonra oldu. Başımızı nereye çevirirsek çevirelim Liseli biri ile karşılaşıyor olmak asla bir tesadüf değildi.

Galatasaray Spor Kulübünün de özellikle 1984’ten sonra ön plana çıkması da…

Fenerbahçe başka bir Türkiye gerçeğidir.

Yeni kurulan Cumhuriyet ile birlikte hareket eder, onun içinden beslenir, zaman zaman çatışır ama ondan asla ayrılmazdı.

1980’li yıllara kadar ülke nüfusunun önemli bir kısmının Fenerbahçeli olması da bununla ilişkilidir çünkü buralarda hep Fenerbahçe vardır.

1957 öncesi şampiyonlukları hesabında Fenerbahçe’nin daha fazla şampiyonluk sayısına sahip olması bu yazdığımı doğrular nicelik ve niteliktedir.

Haliyle Medya da Fenerbahçelidir; Galatasaraylı olmasını gerektirecek bir nicelik ve nitelik ortada yoktur.

Hıncal Uluç böyle bir medya gerçekliğinin içinde gazeteciliğe başlamıştır.

Nasıl bugün medyada bir yerlere gelebilmek için Galatasaraylı olmak bir tercih sebebi ve öncelikse o yıllarda da Fenerbahçeli olmak işin doğasına uygun bir durumdu.

Buna rağmen Hıncal Uluç Galatasaraylı kimliği ile bunun içinde varoluş mücadelesi vermiştir. Söylemleri bunun bir “mücadele” olduğuna işaret ediyor. Tıpkı bizim bugün içinde olduğumuz gibi.  

İddiam şu; Fenerbahçe Medyasının olduğu “o zamanlardan” kalan ve bugün Fenerbahçeli bilinen (!) birçok gazeteci, yazar mecburiyetten, gönülsüzce, bu mesleğin içinde olabilmek için tarafını seçmiştir. O kişilerin yakın çevrelerine baktığınızda ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Yani aslında görünenden başka bir şey vardır ortada.

“Görünen ile öz aynı olsaydı bilime ihtiyacımız kalmazdı.”

Fenerbahçe’nin ihtiyaç duyduğu zamanlarda (Bknz 3 Temmuz) bu zat-ı muhteremlerin nelerle meşgul oldukları da size bir fikir vermelidir.

İddia ediyorum; çünkü bunun bir ispatı yok.

İskoçyalı fizikçi William Thomson bu bahiste şöyle bir yorum yapmış bundan 100 yılı aşkın bir süre önce;

“Doğa felsefesi kapsamındaki hiçbir şey, soyut akıl yürütme yoluyla genel kanunların ortaya koyulması kadar etkileyici değildir.”[2]

Ne kadar önemli olup olmadığının kararını da siz vereceksiniz.

Hıncal Uluç işte bu ortamda gazetecilik yapmaya soyundu ve muhtemelen de daha en başında bu düzeni kökünden değiştirmek üzerine kendine bir söz verdi.

Sözünü tuttu mu; başardı mı?

Sanırım bu sorunun cevabını hepimiz artık çok iyi biliyoruz.

“Fenerbahçe Medyası” ve “Fenerbahçe’yi bu sene şampiyon yapacaklar” algısı üzerine kurulmuş yapı süreç içinde hep tersine doğru işlerken Fenerbahçeliler şaşmaz bir şekilde kendilerini her seferinde bu algının içinde neler olduğunu anlama uğraşıyla geçirdiler.

1980’lı yılların ortalarından itibaren Sabah Gazetesi ve Gelişim Spor merkezinde başlayan değişim dönüşüm 2000’li yıllara geldiğimizde artık tamamlanmıştı.

3 Temmuz 2011 günü düzenlenen hain kumpas karşısında tek istisna Orhan Zeki Ak’ın yönetimindeki Fotospor Gazetesi’ni bir kenarda tutarsak Fenerbahçe’yi savunacak tek bir gazete, televizyon, radyo olmadığı gibi ortalarda gazeteci, köşe yazarı, haberci, televizyoncu da bulunmuyordu.

O günlerde suya sabuna dokunmayanların bugün ortalarda kendilerini gazeteci, haberci, yorumcu olarak göstermeleri yine başka bir Türkiye gerçeğidir.  

Benim gibi 13 senedir Milliyet’in internet sayfasında “gönüllü” 2000’e yakın yazı yazmış, 2 kitap ortaya koymuş ve ancak kendi imkanlarıyla bastırıp dağıtımını yapabilmiş ama medyada yer bulamamış başka bir yazar numunesine bulamazsınız; Uzay Gökerman tam da anlattığım bu sistemin tek başına ispatı niteliğindedir.

Aziz Yıldırım, Fenerbahçe’nin rönesansını yaşatan efsane Başkan en büyük mağduriyeti yaşamasına karşın medya konusunda hiçbir şey yapmadı. İhtiyaç duymadı belki.

Fenerbahçe Televizyonu, Radyosu, Dergisi çok önemlidir ancak bir anlamda Devletin TRT’si gibidir. Fenerbahçe’nin sahip olduğu bu araçları halen etkili kullanabildiğini söyleyemeyiz.

Etki dediğimiz gerçeklik ana akım medyadadır.

Buralar Fenerbahçe adına bomboş kaldı.[3]

Sadece Aziz Yıldırım değil ondan önceki Başkanlar da medyanın önemi ve gücünün farkında değildi.

Ama Hıncal Uluç, aksine onu değiştirme, şekil verme, yönetme, yönlendirme işini ölümünden 6 ay öncesine kadar bir an olsun bırakmadı.

3 Temmuz 2011 günü onun yarattığı algının etkisi neredeyse tüm toplumu kuşatmıştı.

Toplumun büyük çoğunluğu Fenerbahçe’nin şike yapabileceğine o kadar ikna olmuştu ki artık tersi ona tuhaf geliyordu.

Böylesine güçlü bir algı yaratmak kendisinin ifade ettiği gibi “gerçek ustalıktır.”

Şimdi bu cümlenin içinde geçen ustalık ifadesinden rahatsız olup beni eleştirenler olacaktır.

Erol Taş kendisine sokakta atılan taşlar için minnet duyuyordu. “Bana ekmeğimi veriyorsunuz” diyordu topluma. Çünkü Erol Taş’tan o kadar nefret ediliyordu ki gerçek ile oyuncu kişiliği birbirinin içine karıştığı için sinamada kötü rol denilince akla artık ondan başkası gelemiyor, haliyle her kötü adamı o oynuyordu.

Mesele sizin o kişiden nefret duygu haliniz değildir; hissettikleriniz bu bahiste hiçbir şeydir. Ortada nesnel bir gerçeklik vardır ve eğer bunu sadece duygularınızla karşılamayı yeterli görür ilgilenmezseniz o sizin hayatınıza müdahil olup, belirlemeyi sürdürecektir.

“Bu sene Fenerbahçe’yi şampiyon yapacaklar” algısının başladığı zaman ile bugün arasında, yani 1984’den bu taraflara;

Galatasaray 15, Fenerbahçe 9 şampiyonluk kazanmıştır.

Öncesinde Galatasaray’ın 7, Fenerbahçe’nin 10 şampiyonluğu vardı.

Bugün gülünüp, geçilen, kanıksanan algının etkin bir sonucu var.

Üstelik bu sezon ortada Hıncal Uluç olmamasına karşın Fenerbahçe biraz toparlanır gibi olup, oyunu lider götürmeye başlar başlamaz medyanın birçok yerinden eşzamanlı aynı algının yükselmesi de bu ustalık eserinin nasıl yerleşik hale geldiğinin ve artık kendisini bölünerek çoğalttığının da ispatı niteliğindedir.

Hıncal Uluç hiçbir yeri boş bırakmadı veya geçmedi.

Defne Joy Foster yazısı onun nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu göstermekle birlikte medya içi aile ilişkilerini ortaya sermesi bakımından da önemli ve anlamlıydı.

Hıncal Uluç neden böyle bir yazı yazma ihtiyacı duymuştu?

Çünkü Defne Joy hayatını, Ahmet Altan’ın oğlunun evinde kaybetmişti. O süreçte bir dizi soruşturma ve dava oldu; olayda ismi geçen kişi ihmali nedeniyle ceza aldı, yani suçlu bulundu.  

Hıncal Uluç “su testisi su yoluna kırılır” diye başlık atarken yazının içeriğinde mealen “çocuk sahibi annenin yeni tanıştığı bir adamın evinde ne işi vardı o saatte” diye öncelikle kadınların yaşam alanlarını ve seçimlerini sorgulayan yazı kaleme alırken bir taraftan da Ahmet Altan’ın oğlunu aklamaya çalışıyordu.

Neden?

Çünkü Hıncal Uluç’un dayısının dünürü Çetin Altan’dır ve aralarında bir akrabalık ilişkisi vardır.

Bugün meselenin insani boyutu gündem oluşturuyor. Bunun önemini asla küçümsemiyorum veya geri plana atmak istemiyorum; ancak sen sevgili okuyucum, buradaki akrabalık ilişkileri ve kişilerin nasıl sebep sonuç ilişkileriyle bir yerlere geldiği ve köşeleri tuttuğunu bir an olsun düşünmeni istiyorum.

Şu soruyu kendine sormalısın; “herkes hak ettiği için mi oralarda bulunuyor?”

Veya; “oralarda bulunmanın koşulu her zaman ve daima bir akrabalık ilişkisi midir?”

Yine sana soruyorum; muhtemelen sıklıkla yaşanan ve seni çok rahatsız eden birçok olay sırasında medyadaki bazı kişilerden duymak istediğin seslerin çıkmadığı görünce isyan edip; o aklına gelen soruları neden kimse sormuyor diye eşinle dostunla yaptığın sohbetlerde, son yıllarda twitterda hiç dile getirmiyor musun?

İşte cevap burada duruyor. Gözünün önünde.

Tekrar okumak ister misin?

Ben 57 yıllık gazeteciyim. Ne çıkarttığım gazetelerle, ne çıkarttığım dergilerle, ne yazdığım yazılarla gurur duyuyorum. Şöyle Bab-ı Ali’yi bakıyorum; “Şunların ustasıydım ben” diyorum, bu bana gurur veriyor. Bunlar yaşayan gururlar çünkü… ‘Şunu ben yetiştirdim, bunu ben yetiştirdim’ diye ağzımdan çıkmadı. Böyle bir laf duydun mu? Hayır. Ama ben de biliyorum, onlar da biliyor. Bu da bana yeter. Gerçek ustalık, yaşayan eserindir.

Evet, abartmış da olmayalım; ortada ne var ne yok her şeyin sebep sonuç ilişkisi tek başına Hıncal Uluç değildir; ancak tüm bu sürecin en önemli aktörü ve olup biteni anlamamıza yardımcı olacak magazinel bir parçasıdır.

ABD’de, İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da hala medya çok önemli ve güvenilir kaynak olmayı sürdürüyor.

Oralarda gazetecilik, habercilik diye bir şey var çünkü.

Bağımsız da olsa birileri mücadele ediyor.

Varoluşunu akrabalık ilişkisine dayandırmadan sadece mesleğini iyi yaptığı ve insani etik değerlere önem verdiği için bu kişiler önemseniyor, takip ediliyor.

Ülkemizde medya neden bu halde sorusunun cevabını işte tam buralarda aramalısın. Kuşkusuz önemsiyorsan…

“Ya ben halimden memnunum, bu kadar uzun yazdın da ne oldu?” diyorsan, zamanını aldığım için özür dilerim. Zaten bu yazı senin için değildi; muhtemelen 20-25 sene sonra okuyacaklar için bir anlam ifade edecektir.  

“İyi” bir gazeteci miydi sorusunun cevabının bende bir karşılığı var, biliyorum. Buraya kadar etki ettiklerini de yazdım, bu onu önemsediğim anlamına da geliyor; ortaya çıkan ürüne baktığımızda sorunun karşılığına dair herhalde bir fikir kristalleşiyordur. Ürünün bir değeri var mı veya ne kadar eder?

Ölünün arkasından nasıl yazılır?

Kötü söz söylenir mi?

Hıncal Uluç bize tüm bunları gösterdi. Arkasından söylenecek her şeyi hak ediyor; ama benim derdim ona son bir defa da bu şekilde çakayım, değil. Hiç olmadı. Umarım bu uzun metin içinde kişinin vücudundan veya şasiyetinden başka düşünülmesi gerekeni verebilmişimdir.


[1] https://www.fotomac.com.tr/futbol/2013/05/08/gecti-o-devirler

[2] Büyük Mühendisler – Ioan James / Türkiye İş Bankası Yayınları Sayfa 90.

[3] https://www.milliyet.com.tr/skorer/uzay-gokerman/bos-biraktigi-alandan-fenerbahce-kalesine-giren-buyuk-gol-1481381

2 Replies to “Son defa, Hıncal Uluç üzerine…”

  1. Uzay bey, elinize sağlık, Hıncal Uluç hakkında ki düşüncelerimin kaleme dökülen sözlerin, belkide onda birini dile getirmissiniz, 46 yaşındayım sıkı bir Fenerbahçe taraftarıyım, aklım erdi ereli bu kişinin, taraftarı olduğum sevdiğim saygı duyduğum Fenerbahçeme karşı yaptığı komple teorilerini okudum seyrettim. Bu kişiye hakkımı helal etmiyorum
    Sağlıcakla kalın Fenerbahçeye desteğe devam

  2. 56 yaşındayım, 22 yaşımdan beri, Hıncal beyin Cumhuriyet gazetesinde beri tüm yazılarını takip etmiş ve hiçbir yazısını kaçırmamışımdır. Genel kültürü, etkileyici dili, araştırmacı ve aktif sosyal ilişkileri ile siyaset hariç hemen hemen her konuda yazıları ile gündem yaratmıştır. Yazdığı yazıların çoğunu benimsemişimdir. Sıkı bir fenerbahçeli olduğumu, Uğur Meleke, Mehmet Demirkol ve sizin gibi birkaç kişinin gerçek futbol yazarı ve analisti olduğunuzu düşünüyorum. Sizin yazınızda Fenerbahçeli bilinen (Ömer Üründül, Kemal Belgin vb) çağdışı, antifenerbahçelilerin takıma Hıncal Uluçtan daha fazla zarar verdiğini düşünüyorum…Saygılarımla

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: