İnsan tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar büyük bir depresif “yalnızlıkla” boğuşuyor. Evet, artık yalnızlık çağındayız.
Peki, daha önce hiç bu kadar yalnız olmamış mıydı, insan? Yalnızlık dediğimiz şey doğru yaşanabiliyor mu?
Kuşkusuz olmuştu; ancak geçmiş zamanlarda “yalnızlık” denilen şeyin farkına varmadan yaşıyordu. Yalnızlık henüz keşfedilmemişti. Çünkü ortada birey yoktu. Bireyin olmadığı yerde insan “tek” başına kalabilirdi ancak. Cemaatten atılmış bir kişi olabilirdi. Dışında kalmıştı; ama yalnız değildi.
Yalnızın öyküsü özgürlük kavgasıyla başladı.
Önce birey olmanın mücadelesini verdi. Toplumdan ya da sürüden farklı bir varlık olarak dimdik ayakta duracaktı. Kapıyı çekip gidebilme rahatlığı olacaktı. Şiir yazabilmeli; şiir gibi yaşayabilmeliydi. Herkesin giydiğinden başka bir pantolon geçirecekti bacaklarına. Rengini kendisi belirleyecekti. Saçına gönlünce şekil verecekti. Annesinin, babasının; atasının düşüncelerinden, inançlarından farklı şeyler düşünecekti, inanacaktı. Geleneklerden kopacaktı, belki bir süre sonra onlardan nefret bile edecekti.
Etrafına baktı; ona benzeyen birkaç kişi gördü. O an mücadele gücü arttı. Kurulu olan ne varsa sorgulanmaya başlandı. Bir süre sonra filozoflar da katıldı bu arayışa. 11. Tez kaleme alındı.
“Dünya değiştirilmeliydi.” (1)
Bireyin yaşayacağı, özgürlüklerin kurumsallaşacağı ve yerleşik hale geleceği bir düzen kurulmalıydı.
Zamanın önce yavaş, sonra çok hızlı bir şekilde akmaya başladığı günlerdi. Birey gelenekselle olan bağını kırıyordu ama sanki bu zaten anonim ilişkilerin ekonomik anlamda da yok olmasının bir sonucuydu. Devrim başlamıştı. Kentlerde en ağır şartlarda, gettolara hapsedilmiş özgürlük sevdalısı birey kurulu düzeni değiştirmek üzere silahlanmıştı. Toptan tüfekten bahsetmiyorum…
Bu mücadele iki yüz yıl devam etti. Birey özgürlüklerine kavuştu. Tam da istediği gibi bir dünya kuruldu. Yolun hemen başında bu kavgaya kadınlar da katılmıştı. Birey önceleri erkek olarak algılanırken, özellikle geçtiğimiz yüzyılda kadınlar büyük özgürlük mücadelesiyle kavramın içine kendilerini de katabildiler.
Kadının yalnızlığı bambaşka sonuçlar doğuracak gizemli bir fenomendi!
Böylece Âdem ile Havva birey oldu, özgürlüğüne kavuştu; yalnızlığı keşfetti ve çağımıza damgasını vuracak o büyük mutsuzluk, umutsuzluk, tatminsizlik zamanı başlamış oldu.
Hayatın herkesin yaptığından başka bir şey yaparak mı yoksa farklı bir şey ortaya koyarak ve görerek mi daha güzel olacağının ayrımı gitgide birbirinin içine girdi. Yalnızlık dediğimiz şeyin bireyin oluşumuna yardımcı olan kalabalıkla arasına koyduğu bir mesafe mi yoksa onu toplumdan izole eden bir örtü mü olduğu da anlaşılamadı. Hâlâ…
Geçtiğimiz yüzyıl bu yanlış yalnızlığın etkilerini en fazla modern batı toplumları yaşadı. Oralarda çelişkiler o kadar net ve sertti ki başka bir şey yaşanamazdı sanki. Yeni milenyum bu fenomeni bizim toprakların içine kadar taşıdı.
İntiharlar asrıydı, yirminci yüzyıl. Ondan önceki asırlardan farklı bir intihar modeli çıkmıştı. Eskiden insanlar onurlarını kaybettiklerinde, toplum tarafından kabul görmediklerinde, büyük bir başarısızlık yaşadıklarında hayatlarına son verirken; modern insan artık topluma meydan okumak, en yüksek eylemi gerçekleştirmek, çok daha kötüsü de yalnızlık buhranına tahammül edemediği, zaten yaşarken hayatla ilgisi koptuğundan ölümü seçiyordu. Şizofren bir yalnızlığa dönüşmüştü.
Kuşkusuz bu intiharlar arasında da istisnalar vardı. Mayakovski üzerinde topladığı bütün değerleri kullanarak ölümü seçtiğinde farklı bir şey yapmış oluyordu.
Psikolojik ve psikiyatrik rahatsızlıkların arttığı bir kaos ortamıydı yalnızlık.
Yalnızlık aşkın tutkuyla yaşanacağı en güvenli korunak olacakken; Çingene çadırını andıran zayıf bir örtü olarak üzerimize kapanacaktır.
İkili ilişkilerde görüldü yansımaları. Yin ve Yang gibi beraberliklerini tamamlayacak bireyler daha çok manyetik iki eş kutubun bir araya gelmeye çalışması gibi itekliyorlardı, birbirlerini. Çünkü dışarıdan bakıldığında özgür gibi görünen o iki kişi gerçekten özgür değildi; öyle olunca da paylaşılarak zenginleşecek yaşamlar yerine, birbirini tüketmeye (ve yok etmeye) yönelmiş eksik kişiliğin getirdiği çıkar çatışmasına dönüşüyordu.
Aşk iki kişi tarafından yaşanılmazsa aşk olmaz, lafının söylenmesi gerekmişti.
Aşkı birçoğumuz duygularımızın esiri olarak üzeri bizim tarafımızdan gizemli bir örtü ile örtülmüş tutkunun esiri olarak yaşamamışızdır. Eşsiz görüntüsüyle büyülenip, sesini duyduğumuzda büyük bir hayal kırıklığına uğradığımız tavus kuşu örneğindeki gibi deneyimlerimiz de olmuştur.
İşte biz bu “yanlış” yalnızlığı yaşayan bireyleriz.
Bu cümlenin içinde insanı rahatsız eden üç kelime, üç kavram var. Yalnızlık, yaşamak ve birey; bizi yanlışa götüren şey de bu üçlünün kendi içinde olan uyumsuzluğudur.
Ne dedik?
Önce birey olacaktı; birey ortaya çıkması, kendisini ifade edebilmesi için kendisine ait bir hayat alanı yaratacak, bu alan içinde yalnızlığı da barındıran sessizlikle örtülü olacak, sessizlik anlamayı kolaylaştıracak, anlamak düşünceleri güçlendirecek, düşünceler yepyeni bir insanı yaratacak “saf ruhla” buluşacak; o çelişkilerinden arınmış güçlü insan da yaşamak üzere dünyaya geri dönecek!
Yalnızlık çok kutlu bir buluşma anıdır aynı zamanda. Bireyin kendi ruhuyla temas ettiği o eşsiz sessizlik anı.
Özdemir Asaf’ın dizelerinde yorumlanandan farklı değil bu satırlar…
Yalnızlık, yaşamda bir an,
Hep yeniden başlayan…
Dışından anlaşılmaz.
Ya da kocaman bir yalan,
Kovdukça kovalayan…
Paylaşılmaz.
Bir düşün’de beni sana ayıran
Yalnızlık
Paylaşılsa yalnızlık olmaz.
Yalnız kalın, yalnızlığınızın kıymetini bilin ve onu doğru yaşamaya çalışın. Bu insanın kendi içine doğru yapacağı, eşi benzeri olmayan gizemli bir keşif yolculuğudur. Keşfettikçe zenginleşecek, mutlu olacaksınız.
(1) “filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar, oysa sorun onu değiştirmektir” – K.Marks – Feuerbach Üzerine Tezler
Uzay Gökerman
Bu yazı www.indigodergisi.com ‘da yayınlanmıştır.