(Siyasal) Liberalizmin bize kazandırdığı en büyük değer “sınıfsal bakışın” unutturulmasıdır.
İçi tam olarak doldurulamamış bir “demokrasi” kavramı ile bütün çelişkilerin ortadan kaldırıldığı illüzyonu üzerine inşa edilmiş bu özgürlükler dünyasının ekonomik altyapısı ya da piramidi yok sayılır veya herşeyi çözümleyeceği kabul edilir.
Oysa öyle değildir.
Milliyet Blog yazarlarından Bibliyofil isimli arkadaşımız kısa zaman önce yenilediği kısa özgeçmişinde şöyle ilginç bir paragraf yazmış.
“Çalışıyorum. Hem de düzenli. Hayatımın sonuna kadar da çalışmak zorundayım. İşimi seviyorum ama gene de işimi sevdiğim için çalışmıyorum. Seçme şansım olsaydı, bu işte –veya herhangi bir işte- çalışmazdım. Tembellik hakkına inanan bir insanım. Çalışma zorunluluğumun bir sevgi üretmesi tamamen bir tesadüf ve büyük olasılıkla geçici bir durum. Hayatımın sonuna doğru işimden nefret edeceğimden eminim.”
Altını çizdiğim satırları Türkiye’de yapılan bir PİAR’da soru olarak tüm çalışanlara yöneltilmiş olsaydı; kuşkusuz hemen herkes Bibliyofil ile ortak bir noktada buluşurdu.
Çünkü şöyle bir gerçek var ki; çalışmak zorunda olanlar aslında yaptıkları işten eninde sonunda nefret ediyor. Burada temel mesele çalışmak üzerinde düğümlenmiyor; çalışma hayatının sistematiği insanı kendisine ve çevresine yabancılaştırıyor.
Çalışmak zorunda olanlar sadece hayatları boyunca çalışmak değil; aynı zamanda çalışmak için bir iş bulmak zorundadırlar. Düzenli ve uzun soluklu iş bulanların yanı sıra kısa süreli çalışanlar ya da işsiz kalanlar da ayrı bir yabancılaşmanın konusunu oluşturuyorlar.
Bibliyofil çalışmama seçme şansına nasıl sahip olabilirdi? Kuşkusuz buradaki seçim şansı keyifle yapacağı bir işi seçme şansı olmalı. Bibliyofil’in iyi bir aile babası olduğunu biliyoruz; hayatı boyunca onların yaşamlarını garantiye almak, başını sokabilecek bir eve, iyi bir sağlık ve emeklilik güvencesine sahip olmak, sistemin kendisine sunduğu tüketim şansını kullanabilmek için para kazanmak zorunda.
Kapitalizm böylesi bir siteme insanları tabi kılıyor.
Şimdi arkadaşımızı rahat bırakalım. Çünkü hiçbirimizin onun hayatından bir farkı yok.
Pazartesi günü bazı gazetelerimize yansıyan bir haber çok ilginçti.
ABD Başkanlık Sarayı’nın önünde toplanan iki milyon Amerikan vatandaşı çiçeği burnunda, dokuz aylık başkanları Obama’ı yapmak istediği sağlık reformu nedeniyle protesto etmek için toplanmışlar;
“Benim vergimle yoksullar tedavi edilmesin”
Söylemini adı altında Obama’nın Amerika’ya sosyalizmi getirmek için ilk adımı attığını pankartlaştırmışlar, Obama’yı Che ve Hitler gibi gösteren fotoğraflarla karikatürleştirmişlerdir.
Sosyalizm kimliği altında Che ve Hitler’in aynılaştırılması, denkleştirilmesi Amerikan halkının siyaset bilgisi konusunda bize çok ciddi ipuçları veriyor. Aslında biz ne demek istediklerini de anlıyoruz; bir taraftan sağlık reformu ile ülke sosyalistleştirilmekte; ancak bunun uygulama şekli faşist yöntemlerle yapılmaktadır.
Amerikan toplumunun sınıfsal bakışının tamamen yok edilmiş olduğunun bundan daha güzel bir ifadesi olabilir mi?
Çok değil aynı Amerikan toplumu geçen sene bu zamanlar yaşadıkları o devasa büyüklükteki ekonomik kriz karşısında değil iki milyon kişi, yüz kişiyi bile bir araya getirebilmiş değildi.
O Amerikan toplumu işini yitirdi; emeklileri biriktirdikleri paraların fonlarda kaybolduğunu gördü, oturdukları evlerini kaybettiler, kazanılmış birçok sosyal haklarından bir daha kriz olmasın diye feragat ettiler.
Amerikan toplumu “biz bu krizi niye yaşıyoruz?” sorusunu sormazken, geleceğini güvenceye alacak –içeriğini çok iyi bilmiyorum, bu konuda Amerika’da yaşayan arkadaşlarımızdan destek bekliyoruz- bir sosyal güvenlik yasasına karşı iki milyon insan bir araya gelip; bir arada aynı ülkede yaşadığı insanlara karşı “diğerleri” muamelesi yapabiliyor.
İşte bu sınıfsal bakış açısının kayboluşudur ve liberalizmin zaferidir.
Ülkemizin “demokrasi havarileri” donanımsızlıklarının bir uzantısı olarak; girdikleri sınıf mücadelesini zaten baştan kaybetmiş olduklarından siyasal liberalizm can simidini ilericilik olarak göstermektedirler.
Sınıfsal bakışın unutturulması sürecinin de bir parçası olmaya devam etmektedirler.
Özellikle ülkemizdeki demokratikleşme çabalarının etnik kimliklerin ön plana çıkartılarak gerçekleşeceği gibi çok daha ucube bir düşünselliğin peşinden koşanlar gelecekte satır satır sorgulayacağımız ve belki de hesabını soracağımız yanlışları peş peşe sıralamaktadırlar.
Amerika toplumunun bugün verdiği güzel örnek bizim için bir derse dönüşebilmelidir.
Çünkü yarın sınıfsal bakış açısını (aslında bu bakış açısına sahip bir toplum olduğumuzu söylemek de pek mümkün değilken ve aydınların böyle temel bir görevi gösterme görevi de varken) tamamen unutmuş bir toplum haline gelerek “diğerlerini” etnik birer unsur olarak görüp, yarın sokaklarda toplanıp “vergilerimizin doğuya gitmesini istemiyoruz” tarzında eylemlere girişmemizin çok daha sıkıntılı bir süreci tetikleyeceğini düşünüyorum.
Uzay Gökerman
Haber: http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=16.09.2009&Newsid=259103&Categoryid=30
Bu yazı 17 Eylül 2009 tarihinde Milliyet Blog’ta yayınlanmıştır.