Gerçek bir yaşam öznesi; Gabriel García Márquez


Bazı yazarlarla aynı yüzyılda doğmuş, bir kaç döneme birlikte şahit olmuş, onu okumuş olmak büyük şans olsa gerekir.

Ve onların aramızdan ayrılmasıyla sadece bir yazar kaybetmiş olmuyoruz aslında belli bir dönemin de bir daha geri gelmemek üzere kapandığını fark ediyoruz.

Marquez sanırım okuyucularıyla bir kaç kez bu anlamda vedalaştı. Son bir kaç senedir aklımın bir köşesinde şu vardı:

“Bir sabah kalktığımda gazetede onun aramızdan ayrıldığı haberini öğreneceğim.”

Bazı yazarların yazdığı romanları okuduğunuzda ‘tek’ olmadığınızı, sizin gibi hisseden, düşünen, yaşayan ve yazan kişiler olduğunu anlarsınız.

Çünkü hayat bizi öyle yerlere sürükler ve yaşatır, öylesine çaresiz halde bırakır ki bunun kimsenin başına gelmeyecek bir doğaüstü afet olduğu karamsarlığı, umutsuzluğu ile geleceğe dair beklentilerimizin yok olmasına neden olur.

Bunları duymak, okumak, hissetmek, tekrar tekrar zihnimizde canlandırmak tekliğe dair yanılsamanın aslında hiç de fark etmediğimiz; bizi duygusal anlamda zenginleştiren yalnızlığa dönüşümünü sağlayan doğal ve bir o kadar da gerçek olduğunu fark ettirir.

İşte o farkındalık duyguların yarattığı zihinsel imgelerle yepyeni dışavurumların, eserlerin yazılmasına neden olur.

Neyin yazılmasına?

Elbette her türlü karmaşası, çelişkileri, yıpratıcı, yıkıcı, yok edici etkilerine göre yaşamın içinde ürettiklerimizin paylaşımına…

Her eser bir başka ilham kaynağı, hayatta kalmaya dair yeni bir başlangıç olur.

Kişiyi motive eder.

Marquez bu işi en doğru yapanlardan biri olarak gerçek bir yaşam öznesiydi, kuşkusuz.

Bazı yazarları okurken peşi sıra süslü sözlerinin arasında aslında yaşanmışlıktan çok hayat karşısındaki eylemsizlikten doğan bir yararsızlığı fark edersiniz.

Deneyerek başarısız olunmuş değildir; hiçbir hareket edilmeden, sonuna kadar uğraş verilmeden, bir piyangodan büyük ikramiyenin çıkmasını bekler gibi umudun ifadesidir bu.

Şikayeti tembelliğidir. Belki de bu tembellik hem daha rahat yaşamak için zaman kazandırır hem de bu zamanın verdiği avantaj ile üretilmiş eserler vardır.

Maalesef bu kişiler Nobel bile kazanabilir.

Oysa hayat bir mücadeledir. Ne kadar içinde olmayı sürdürürsen o kadar anlam kazanır.

Kolera Günlerinde Aşk’ta anlatılan aşk gibidir.

Neredeyse 53 yıla yayılan aktif bekleyişin içinde akıp giden bir hayat olduğunu hemen fark edersiniz.

Fermina Daza ile Florentino Ariza arasındaki aşk gerçektir. Bir tarafta yıllarca bir kadını bekleyen Florentino’nun idealize ettiği bir tutku vardır ancak hayatın bir parçası olarak herkesi çelişkileriyle yaşamıyı sürdürür.

53 yıl sonra bir araya gelişlerindeki anlam elbette öncesindekinden çok farklıdır; aynı da değildir.

Nasıl olabilir ki?

Hayat bu kadar durağan mıdır?

Yüzyıllık Yalnızlık’ta tam bir diyalektik süreç izlersiniz.

Marquez sadece eser üretmedi, ilham verdi.

Bundan 25-30 yıl önce hayata dair hiçbir şey bilmiyor ve yaşamamışken içimde ürettiğim ve çoğunlukla da dışarıdan beslenen duyguların etkisiyle yazıyordum. Yazıların içindeki genel hava “boğuluyorum” etkisi veriyordu.

Oysa tam tersine soluk alıp vermenin anlamına varınca, süreçlerin içinde olunca, yaşayınca gerçek duygularınızı ayırt edebiliyorsunuz.

Aramızdan ayrılmasından sonra kaleme aldığım ancak bugüne kadar bekleyen bir yazıydı. Marquez için söylemek istediğim ilk şeyler bunlardı. Kuşkusuz onun edebi değerini anlatacak önümüzde uzun bir zaman var.

http://twitter.com/uzaygokerman

uzaygokerman@gmail.com

 

 

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: