Sudaki İz isimli romanı 30 sene önce okumuş olsaydım büyük bir ihtimalle bugün böyle bir yazı yazılmayacak olurdu.
Sudaki İz, 1985 yılında yayınlanmış. Kitabı aradan 30 yıl geçtikten sonra okuyorum. Her neyi yapıyorsanız tam ve olması gereken zamanı oluyor.
1985’li yıllar benim lisede olduğum tarihe denk geliyor. 12 Eylül darbesi yapılmış, Türkiye’yi belli bir düzene sokmuş, darbeyi yaşayanlar ve etkilenenler tarafından geçmişe dair sorgulamaların, hesaplaşmaların yapıldığı bir dönemdir.
Bizim kuşağımız 1980 Darbesini gördü ancak gerisinde yatan acıları içinde yaşamadı, gazetelerden veya televizyondan izledi, takip etti.
Bu nedenle Türkiye’yi 12 Eylül’e sürükleyen sebepleri uzun süre resmi söylem penceresinden bakarak gördük; tam da Sudaki İz romanının yayınladığı tarihlerde biz de geçmişe dair sorular sormaya başlamıştık.
Ahmet Altan, romanında 12 Eylül’ü hazırlayan ortamın örgütsel nedenlerinin iç yapısını çözümlemeye çalışmış.
Yani demek istemiş ki; işte kendi hayatlarını bile idare etmekten uzak bu zavallı tipler devrim yapmaya kalkıştı!
Bütün dünyada devrimci sol, sosyalizm yenildi. Bunun geri planında yatan temel nedenlerden biri de kuşkusuz bu mücadeleyi yürüten insanların yetersizliği, başarısızlığıydı. Bugün hala aynı düşünme biçimleri ve araçlarla mücadeleyi sürdürenler de var.
Bu kitabı 1980’li yılların ortalarında okuyan ve 12 Eylül darbesini tüm benliğinde yaşamış olanlar mutlak surette bambaşka duygular hissetmiştir. Önemli bölümü kızmış olsa da Ahmet Altan’ın o sivri, kimsenin söylemeye cesaret edemeyeceği gerçekleri ortaya koymasından belki de memnun kalanlar da olmuştur.
Romandaki kahramanlar gerçek mi?
Evet, onlar yaşadı hatta hala varlar; ancak bu şekilde mi yaşadılar, emin olamıyorum.
Aldatmak isimli romanına dair yapmış olduğum eleştiride de kısmen belirtmiştim, (*) Sudaki İz romanındaki karşısına çıkan her erkeği bir cinsel doyum aracı olarak gören, hisseden, hemen seks arzuları kabaran, ne istediğini hiçbir zaman bilmeyen ve mutsuzluktan kendi kendisini yok edecek kadar bunalan Fazıla isimli kadın kahramanın 1970’li yıllarda Türkiye’de yaşayıp yaşamadığına bir türlü emin ve ikna olamıyorum.
Fazıla, yatağın öbür ucunda yatan erkeğin bedeninden çıkan sıcaklığı hissediyor, elleri bu sıcaklığa dokunmak istiyordu.
O anda, gerçekten tek isteği o etin sıcaklığına dokunmaktı, o sıcaklığa dokunduğu anda ferahlayacağını, rahatça uyuyabileceğini sanıyordu, Yatağın ortasına doğru yavaşça kaydı.
Ahmet Altan’ın aklında hep seks var, cinsellik var.
Kadın olsun, erkek olsun birbirleriyle karşılaştıkları andan itibaren hep bunu düşünüyorlar.
Öyle mi gerçekten bilmiyorum. Eğer öyleyse 3. Sayfa haberlerinin bu toplumda sosyolojik bir karşılığı vardır ve bu sadece erkeğin kadın üzerindeki o ataerkil baskıcı tavrından başka bir şeydir. Çünkü Fazıla karakterindeki kadınların toplumda mutlak surette kafa karıştıracak cinsel yaklaşımları olacaktır ki bunu şehir kültürünün içinden gelmiş kocası ve sevgilisi bile tam anlamıyla anlayacak durumda değildir.
Bizim insanımız cinsel anlamda özgürleşmemiştir, cinselliği doğru ve yeter şekillerde yaşamamıştır, buraya kadar her şey doğru ancak kadınlı erkekli herkesin her an zihinlerinde bununla meşgul olduğu sonucu çıkar mı, bilmiyorum.
(Bu kapağa bakarak kitabı alıp okuyanlar, içindeki sevgisizlik ve duygusuzlukla büyük hayal kırıklığı yaşamış olmalıdır)
Açıkçası bu roman tam da 2015 yılında çıkmış ve bugünkü kadın erkek ilişkilerini anlatıyor olsaydı yine bir dereceye kadar anlardım, çünkü 30 yılda Türkiye’de kadınların toplum hayatında üstlendikleri roller gereği cinsel anlamda erkeklerle çok daha özgür ilişkiler kurabildiklerini gözlemleyebiliyorum. Ancak Fazıla 1970’li yıllardaki Türkiye’de değil de Paris’te yaşamış olmalıdır.
Bu da beni biraz sonra yapacağım tahminin altını güçlendiren bir sonuca götürüyor.
Kitabı okurken hep şu hissin beni rahatsız ettiğini fark ettim.
Ahmet Altan insanı sevmiyor, hatta ondan nefret ediyor, tiksiniyordu. Sevgisizlik Orhan Pamuk’un yazdığı eserlerden de hissedilir bir duygudur. Kahramanlar çok şey düşünür, planlar, konuşur ancak onlara dair en büyük eksik veya boşluk; duygusuz oluşudur.
Kara Kitap’taki Galip, Benim Adım Kırmızı romanındaki Kara, Kar’daki Ka ve hatta cinselliğin ve aşkın saplantılı bir tutkuya dönüştüğü Masumiyet Müzesi’ndeki (**) Kemal, Füsun… (Yeni romanını okumaya başlayalı çok kısa süre oldu, bu nedenle bir şey söyleyemeyeceğim.)
Sudaki İz’de Ömer ya da diğer kahramanlar beden düşünür arzularken et demesi sadece bir edebi kelime tercihi olmasa gerekir.
Bir buçuk aydan beri bir başka canlının etine dokunmamıştı. Yaşayan, canlı bir ete dokunma ihtiyacı her gün biraz daha artıyordu. Bedeninde rahatsız edici bir elektriğin biriktiğini, düğüm düğüm olduğunu duyuyordu. Bu düğüm ancak bir canlının etine dokunmakla geçecek, huzursuzluk o ete akarak kendi bedeninden gidecekti. O canlı etin kime ait olduğu hiç önemli değildi, bir kadına, bir erkeğe, bir hayvana bile ait olabilirdi. Etinde biriken bu huzursuzluk, doyurulmamış bir sevişme isteği de değildi, bir canlının bir başka canlıya dokunma ihtiyacıydı.
Bir hayvan bile! Yok artık!
Ahmet Altan sadece bir romancı kişiliğiyle biliniyor, tanınıyor olsa üzerinde durmayı gerektirecek bir detay olarak bu duygusuzluğa, hissizliğe takılmaya o kadar gerek olmayacaktır; çünkü yazar, sanatçı öyle ya da böyle toplumdan farklıdır, farklı olduğu için sivrilir, ayırt edilir, diğerlerinden başka bir şekle bürünür.
Çelişkileri vardır ve onları en çarpıcı şekillerde yaşar.
Duygusuzdur; ancak eserlerinde yüksek bir sevgi öznesi haline gelir ya da tam tersi…
Yalnızdır!
Yalnızlık, yaratıcı enerjinin birikmesine, bunun da esere dönüşmesine neden olur.
Ancak Ahmet Altan belki edebi kişiliğinden çok daha fazla siyasetin içinde göründü; hele son 5-10 senedir yürüttüğü “kendine has” demokratikleşme mücadelesi, bunun başkalarının hayatları üzerinde telafisi mümkün olmayan etkisi sonrasında elbette onun topluma mal olan kişiliği, ne yapmaya çalıştığı ve nedenleri üzerine düşünmek, gerekirse bunları ortaya koymak bir sanatçı profilini incelemenin ötesine geçen bir durum olmuştur. (***)
(Kitap kapaklarındaki değişim; 30 yıl önce kitabın adıyla yazarın ismi çok daha dengeli bir şekilde sunulmuşken yıllar sonra Ahmet Altan tüm kapağa yayılmış)
Kitap sanki 40 milyon (yıl 1970’li yılların sonu) parçadan oluşan bir Türkiye puzzle’ın çok küçük bir bölümünü ortaya çıkarma çabasıdır.
Ahmet Altan, bilmiyorum belki de bir dönem içinde bulunduğu bir sol örgütün etrafındaki militan kadroların basit ve önemsiz hayat öykülerinden yola çıkarak Türkiye gerçeğini sorguluyor.
Örgütlerin yapmış olduğu mücadeledeki başarısızlıklarının, yenilgilerinin sebebi aslında onu oluşturan canlı organizma insan unsurunun zaafları, yetersizlikleri, kişilik bozuklukları, cinsel sorunları, açlıkları, doyumsuzluklarıdır.
Yazar bir taraftan o militanların dünyasını sorgularken diğer yandan kendi kişiliğini de ortaya koyduğunun farkında değil bana göre. Bu ancak 30 sene sonra ayırt edilebilecek bir gerçek olarak su yüzüne çıkıyor.
Aşağıdaki metinde yazılanlar bir yazarın kendi kişiliğinde yaptığı bir sorgulama mıdır yoksa kahramanlarının dile getirdiği bir düşünce mi?
Yazarı tanıdıktan sonra bu yazılanlar sanki 30 yıl önce yapılmış bir itirafa dönüşmüyor mu?
Okuyalım, karar verelim.
“Fazıla, birden sertleşti, sesi soğuklaştı:
– Sıkıldım, dedi. Bence, insanların bir inancı olması, sonra da ondan sıkılması gerek. İnançsızlık, sıkıcı bir boşluktur, saçmalıktır, anlamsızlıktır. Bir inancı olmalı insanın. Sonra da sıkılıp vazgeçmeli o inancından. Çünkü inanç da sıkıcı bir şey, duygusal bir hareketsizlik bence. Hep aynı yerde kalmaya katlanamam ben.
Suat, beklenmedik bir biçimde sinirlendi.
– Ya o inançtan vazgeçemeyecek olanlar ne yapacak? Babası senin gibi zengin olmayanlar, köylüler, işçiler ne olacak? Böyle ikide bir inanç değiştirme lüksüne sahip olmayanlar ne yapacak?
– Onlarınki bir inanç sorunu değil, zorunluluk onlarınki. Başka yolları yok onların. Senin deyiminle böyle bir Iüksü kullanamazlar. Ama ben öyle değildim. Beni koşullar zorlamadı o inancı seçmeye, ben kendim seçtim. Kendim seçtiğime göre, kendim de vazgeçebilirdim.
İnandım ben, her şeyimle inandım hem de. Bütün içimi doldurdu o inanç, bana, kendime bir yer bırakmadı. Ben de sıkıldım, vazgeçtim. Kendime de kendi içimde bir yer bulmak istedim. İnançsız insanlardan, yarım inananlardan, inançları uğruna yaşamını vermeyenlerden hoşlanmam. Ama bütün yaşamı boyunca hep ayni inancı, hep ayni güçte sürdürecek kadar kişiliksiz ve salak olanlardan da hoşlanmam.”
İnsanı sevmeyen bir aydının inanca ve hayattaki seçimlerini ne şekilde yapıyor olduğuna dair bakış açısını bir kadının itiraflarından okuyor olabilir miyiz?
Ahmet Altan’ın romanlarındaki kadınların erkeklerden çok daha açık ve özgür olmalarının nedeni bir anlamda yazarın kendini kadın kahramanlarının arkasına gizlemiş varlığı mıdır?
“Kendim seçtim, seçtiğime göre kendim de vazgeçebilirim.”
Bu söz bana çok tanıdık geldi.
Burada bir kere daha “demokrasi nedir?” sorusunu sormanın yeri ve zamanıdır!
Mutlaka hatırlarsınız; 1980’li yıllarda TRT ekranlarında klasik Türk edebiyatından seçme romanlarının dizileri olurdu. Onlardan biri de Üç İstanbul’du. Eserdeki Adnan karakteri çok çarpıcı bir şekilde ülkemizin aydınıdır ve o yüz yıl sonra yine aynı özellikleri taşıyan bir kimliktir. 1908 yılında Abdülhamit’e karşı yapmış olduğu hürriyet mücadelesiyle 2000’li yıllardaki demokrasi kavgasında aslında neden toplum değil, kendisidir.
Üç İstanbul’da Adnan günlüğüne şu vurguda bir cümle yazar.
“Abdülhamit istibdadı dediği şey ise kendi yoksulluğudur.”
1930’lu yıllarda yazılmış bir roman hiç değişmeyen bir gerçeği böylesine çarpıcı bir şekilde ifade edebilmiştir.
İnsanı sevmiyorsun, sürdürülebilir bir inanca inanmıyorsun, bu seni sıkıyor, bir mücadelenin içine giriyorsun, kitleleri bu uğurda harekete geçiriyor, etkiliyor, yönlendiriyorsun, bunun sonuçlarından birilerinin hayatları kalıcı bir şekilde etkileniyor, hatta hayatlarını kaybediyorlar; sonra bir gün her şeyi bırakıp, bir köşeye çekilip, viski kadehi elinde, pahalı ayakkabılarını koltukta fotoğraf makinasına doğru uzatarak, insanlara demokrasi dersi veriyorsun! (****)
Ahmet Altan 30 yıl öncesinden aslında kendine dair mesajları vermiş Sudaki İz’de. Her okuma bir başka mesaj veriyor.
(**)http://blog.radikal.com.tr/kultur-ve-sanat/orhan-pamukta-bekaret-sorunu-94259
(***)http://blog.radikal.com.tr/turkiye-gundemi/vay-be-cok-delikanli-aydinsin-ahmet-91710