Son birkaç haftadır magazin sayfalarında Sertab Erener-Demir Demirkan ilişkisinin sonuçlanması ve Demirkan’ın lise arkadaşı Seda İnce ile başlayan ilişkisi var.
Merak ettim, Demir Demirken kaç yaşında diye; 1972 doğumluymuş. Kendisiyle aynı kuşak içinden geliyor sayılırız, üç sene var aramızda. Sertab Erener de bir önceki kuşağa karşılık geliyor; ancak fark etmiyor, özellikle 1980’li yıllardan sonra doğmuş ve günümüz teknolojisine sahip kuşaktan olmadığı ve bu yazının içeriğinde anlatılanları kapsadığını söyleyebilirim.
Bizim neslimiz maalesef yaşamasını, eğlenmesini, değerlendirmesini, dahası “tüketmesini” bilmeden, tam olarak öğrenemeden yaşadı ilk gençlik yıllarını.
Bizler “yerli malı haftası” kutlayarak geçtik ilkokul sıralarını; kanaat, tevazu göstermek, teklif edileni, teşekkür ederek geri çevirmek temel davranış özelliklerimizdendi.
Sürekli sağda solda hiç kapanamayacak gönül hesapları açtık.
“Kapanmayacak gönül hesabı” ne demektir?
Yaşanmamış, paylaşılmamış, günümüz deyimiyle tüketilmemiş ilişkiler anlamında kullanıyorum.
Hayatı her dakika bir sonrakine erteledik. Bu nedenle Ölü Ozanlar Derneği’nin carpe diem – günü yakala, yaşa aforizmasına tutunmayı sevdik.
Tutunma demişken; Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ında anlatılan aydın olgusunu da kuyruğundan yakaladık.
Belki de bu nedenle Facebook denen sosyal paylaşım sitesi ilk bizim kuşağımızı etkiledi, vurdu geçti. Hayatlarını değiştirdi.
Facebook sayesinde o bir türlü kapanamamış olan gönül hesaplarına son bir defa daha ulaşılır oldu. (Konuyla ilgisini olduğunu düşündüğüm Facebook Aşkları blogununu da burada okuyabilirsiniz. (*) )
Bir tarafta gerçek dünyanın bütün ağırlığını yaşayan ilişkiler, diğer tarafta da sanal ortamın verdiği rahatlıkla geçmişe, bir hayale yönelik beklentiler, her şeyi alt üst etti.
Daha önce konuşulamamış, hatta konuşulamamış, söylenememiş şeyler ekranın esrarlı perdesinin gerisinde teker teker ifade edilmeye başlandı.
Klavyenin sınırı yoktu.
Netice itibarıyla kimse mutlu değildi; istediği hayatı yaşayamamıştı. Beklentilerini bulamamış, karşılayamamıştı.
Planladıklarını yapamamıştı.
Böyle olacağını düşünmemişti.
Daha kötüsü Barış Manço’nun şarkısında söylediği gibi “unutamamıştı.”
Nasıl unutabilirdi ki? O ruhun en gizli odalarına yaşanmamışlığın verdiği büyük bir merakla gizlenmişti. Aslında o odayı bir daha girmemek üzere kapatmıştı; çünkü benzer süreçlerden anne ve babası da geçmişti, işte sonuç ortadaydı. Bir kabullenme, şartlanmaydı söz konusu olan.
Kim bilebilirdi ki zamanın hızlanacağı, teknolojinin bu kadar gelişip, o odaların içine kadar gireceğini?
Unutulmamış, açık bir hesabın üzerine kurgulanmaya çalışılmış mevcut ilişkinin doyasıya, içinden geldiği gibi, tamamen teslim olarak ve akışına bırakarak yaşanma şansı olabilir miydi?
Esas sorun zaten kişinin hangi dönemde neyi yaşayamamış veya yaşamışsa da buna bütün benliğini verememiş olmasından kaynaklanmıyor muydu?
Sertab-Demir ilişkisi 18 yıl devam etmiş. 42 yaşındaki bir adamın yaşamının %42’lik zamanına karşılık gelen bir süreden söz ediyoruz.
Hiç az değil; üstelik hayatın tam gerçeğidir bu.
Peki, bir lise arkadaşımızla neyi ne kadar paylaşmış olabiliriz?
“Beni anlamıyor” diyerek terk ettiğimiz ilişkimizin yerine yerleştirmeye çalıştığımız kişi neyi, nasıl anlamayı başarabiliyor?
Bütün bu sorulara hemen herkesin cevap vermesi, en azından düşünmesi gerekmiyor mu?
Bunu ilişkimizi neden bitiriyoruz, sorusunun peşine takmamız gereken yenisi neden başlıyor sorusuyla birlikte kurgulamayı başardığımızda seçimlerimizin isabet oranını da artırabiliriz sanırım.
Zamanın yetişmeye zorlandığımız bu döneminde her şeyi olduğu gibi ilişkilerimizi de tüketiyor olduğumuz çok çarpıcı bir realitedir.
Nasıl her şeyin bir kullanma süresi var, yeri geldiğinde değiştirmek, yenilemek gerekiyorsa aynı şey çeşitli seviyelerdeki arkadaşlık ilişkileri için de geçerli hale gelmiştir. Artık kadim dost kavramı bir günde kuruluveren “kanka” anlayışının içine yerleştirilmiştir. Bir günde oluşan elbette aynı hızda yok olmaya mahkûmdur.
Günümüz kuşağı zaten her şeyi bu şekilde günlük yaşamayı öğrendi; zaten böylesi bir ortamın içinde doğdu.
Tükettiğini bir daha hatırlama gereği duymadığı için bizim gibi ruhunun derinliklerinde gizemli odalara da ihtiyaç duymuyor. Tanışıyor, birlikte oluyor, yaşıyor ve bitiriyor. Geriye dönüp bakmıyor bile.
Doğrusu bu mu?
Kuşkusuz meseleyi tüketme-tüketememe çerçevesinden çıkarmak gerekiyor. Bugün neredeyse bütün ilişkilerde yaşanan şey kişilerin birbirlerinden faydalandığı bir tüketme süreciyle sınırlanıyor. Bunu maddi şartlar belirliyor, zorluyor.
Bu nedenle biten bir ilişkinin sonrasında bütün taraflar bir tükenmişlik duygusu yaşıyorlar.
Bizim kuşak neden eski defterleri açma ihtiyacı duyuyor?
Burada aslında hala bir duygusal bir çıkış arayışı var sanırım; çünkü o zamana dair olan şeyleri de arıyor. Her şeyin bedensel bir paylaşım ya da günü yakalayarak anı yaşama, tüketme gayesinin etrafında olmadığının da farkında.
Unutamamak yaşayamamış olmak anlamında kaldığı sürece o iç huzursuzluk ve eksiklik kişinin ruhunu asla rahat bırakmayacaktır.
(*) Facebook Aşkları