Bundan tam iki sene önceydi…
Kısa bir süre önce tamamladığım kitabım için bir yayınevi arıyordum. Genel yayın yönetmeni ve aynı zamanda yazar olan bir arkadaşım, kitaplarını basan yayınevinden bir randevu ayarladı. Daha önce benzer şekillerde iki üç başarısız görüşmem olmuştu ve aslına bakılırsa bundan da çok umutlu değildim.
Ancak sonuçlarını da merak etmiyor değildim.
Yayınevi Gümüşsuyu’ndaydı. Yol hesap ettiğimden daha uzun zaman aldığından biraz gecikmiştim ve hızlı adımlarla yürüyordum. Binanın eski ve karanlık merdivenlerini de aceleyle tırmanıp, kapıya vardığımda hem nefes nefeseydim hem de terliyordum.
Görüşeceğim kişi yayınevinin sahibiydi. Beklediğimden de nazik ve samimiydi. Eserimi yayınlamak için kafasında bir iki alternatif bile kurmuştu; ancak…
Bir süre sonra genel yayın yönetmeni de toplantıya dâhil oldu.
Hâlâ nefesim düzene girmemiş ve bedenim pompalarcasına ter boşaltıyordu. Görüşmenin genel havası da sıkıntımı iki katına çıkarıyordu.
İlk fasıl kendimden söz etmek oldu.
2009 ve 2013 yıllarında çıkardığım kitaplarımı anlattım.
***
Ülkemizde yayıncılık sektörünü ellerinde tutan elit bir kesim ve anlayış var. Onlar için bir yazar kitabı için kendisi finansman sağlayıp, bunu bastırırsa bu yol makbul değildir.
Peki, ne yapması gerekir?
Yıllarca bu sektördeki çeşitli yayınevlerine eserlerimi gönderdim ve hep aynı geri dönüşü aldım.
“Eserinizi çok beğendik ancak yayın programımız çok yoğun olduğundan şimdilik değerlendiremeyeceğimizi, üzülerek belirtmek isteriz. Yazmaya devam edin.”
Bunun ne kadar umut kırıcı bir şey olduğunu tahmin edebilirsiniz.
Herhangi D&R mağazalarından birine girin; çok satanlar ve yeni çıkanlar raflarını gezin, kaç tane yeni yazar olduğunun küçük bir araştırmasını yaparsanız karşılaşacağınız sonuç neredeyse yok denecek kadar azdır.
Çünkü ülkemizdeki yayınevleri işin kolayını bulmuşlardır. Bir taraftan ne kadar çok az kitap okunduğunun şikâyetini yapıp, diğer taraftan okuyucuya çeşitliliği olmayan yazar sunumu yapmak aslında yumurta tavuk çelişkisinin benzeridir.
Orhan Pamuk, Elif Şafak, Ahmet Ümit gibi yazarların kitaplarından yüz binlerle ifade edilecek kitap satarken elbette sıra bizim gibi yazarlara gelebilir mi?
Her zaman ilk kitabını yayınlatmayı başarmış yazarların öyküleri ilgimi çekmiştir.
Nasıl başarmış, sorusu içinde ilham kaynağı olacak bir pratik barındırır.
Kısa bir süre sonra fark ettiğim şu olur; ilk kitaplarını yayınlatmayı başarmış yazarların büyük bölümü bir şekilde bu yayınevi çevresinin yakınlarında tanıdığı olanlar arasından çıkmaktadır.
Bu kısır çelişkinin içinden çıkmanın yolu elbette kendi eserime yatırım yapmaktan geçiyordu ve Cinius Yayınevi biçilmiş kaftan gibi önüme çıktığında hemen iletişim kurdum.
***
İşte büyü burada bozuluyordu.
Tekrar görüşmemize geri dönecek olursak basılmış iki kitabım olması, onlardan birinin ikinci baskı yapmasının hiçbir değeri yoktu genel yayın yönetmenin gözünde.
Yayınlatmak üzere başvurduğum esere gelince de şu soruyu yöneltti bana.
“İnsanlar bu kitabı ve sizi neden okusunlar ki, bizi ikna edin?”
Aslında toplantı bu soruyla sona ermişti ancak nezaketen devam ettiriyordum.
Kısa süre sonra konuşma genel yayın yönetmeninin yazdığı ya da yazacağı eserlere kaydı. “Aşk romanları yazmak istiyordu.” İnsanlara aşkı anlatacaktı.
Fazlasıyla hayal kırıklığı hissederek oradan ayrıldım. Kendime kızıyordum. Çünkü sonunu bile bile bu görüşmeye katılmıştım.
O kızgınlıkla eserimi yayınlatmaktan da vazgeçtim zaten.
Ancak içimi kemiren şey genel yayın yönetmeninin yazarlığı, insanların neden onu okumayı tercih ettiğiydi.
Bunun cevabını öğrenmenin yolu da kuşkusuz bir eserini okumaktan geçiyordu.
Nasıl yayınevlerinin bir yayın programı oluyorsa kuşkusuz benim de bir okuma programım vardı ve sıra ancak bu sene başında ona gelebildi.
Kitabını bitirdim.
Okurken mümkün olduğunca etki altında kalmamaya gayret ettim. Ne kadar başardım bilemiyorum ancak şunu net olarak ifade etmeliyim, ben böyle bir kitap yazıp, bir yayınevine başvurur muydum, emin olamıyorum.
Bu eserin kimin için yazıldığını anlayamadım.
Son yıllarda televizyon ekranlarını işgal etmiş dizi filmlerdeki lüks ve zenginlik içine boğulmuş ve hiçbir maddi sorun yaşamayan insanların tuhaf ilişki biçimlerinin anlatıldığı, basit bir kurgu ile sunulmuş esere yerleştirilen aksiyon bölümleriyle tam bir ergen ürünüydü.
Tüm kahramanların nedenini kendilerinin bile bilmediği bir bunalma, sıkıntı ile yaşıyorlar ve her fırsatta bunu dile getirmekten geri kalmıyorlardı.
Cinsellik olarak sunulan şeyin porno mu yoksa duygu mu olduğuna karar verebilmek hiç kolay değildi çünkü maalesef ayırt edilemiyordu.
Kitabın basitliğini dengelemek için sunulan tarihi geri plansa orta öğretim seviyesini aşamıyordu.
Hele kullandığı bir Türkçe var ki bir edebiyat eserinde asla kullanılamayacak derecede basit, sıradan ve kalitesiz. Edebiyat, kelimesinin kökünden aldığı anlamdan hareketle, bu kadar sokak ağzıyla yazılamaz.
Bu kitapla ilgili yazılması gereken çok şey var. Ancak bunun için hem yazar hem de kitapla ilgili detaya inmek gerekiyor.
Bunu yapmayacağım.
İki sene önce duyduğum kızgınlığın yerini şimdi acıma duygusu aldı.
Hem bu genel yayın yönetmenine acıyorum hem de bizim yayıncılık dünyamızın içinde olduğu zavallı duruma.
Bu kitabın yayınlanıyor olmasının tek sebebi yazarının genel yayın yönetmeni olmasıdır.
Yayınevinin sahibinin bu eseri okuduğunda neler hissettiğini de aşağı yukarı tahmin edebiliyorum.
Evet, genel yayın yönetmeni olarak alırsınız ve çalıştırırsınız, muhtemelen yaptığı işin hakkını verir, ancak bir yazar olarak ne bir yazarı eleştirmesine ne de kendisini yazar gibi görmesine izin vermezsiniz.
Ne kadar objektif olduğumu bilmiyorum.
Bilmeniz gereken şey, yayıncılık dünyasının maalesef emin ellerde olmadığıdır.