12 Haziran 2011 Genel Seçimleri demokrasimiz adına yeni bir başlangıç olacakken bugün geldiğimiz nokta itibarıyla bir krize dönüşmüştür.
Krizin konusu nedir?
Seçime milletvekili adayı olarak giren, halkın desteğini alarak seçilen, mazbatalarını alan ancak tutukluluk halleri nedeniyle cezaevlerinden çıkamadıkları için meclise gidip yemin edemeyen, haliyle de fiilen milletvekili olamayan kişilerin bu durumunu protesto eden BDP ve CHP’li milletvekilleri, arkadaşlarının durumu değişmediği sürece mecliste yemin etmeyeceklerini açıklamışlardır.
Bu sistemin tıkandığı noktadır.
Bu tıkanıklık bir takım düzenlemelerle ara sıra açılıyormuş gibi görünse de aslında 12 Eylül 1980’den bu yana devam eden birçok pisliği içinde barındıran bir birikimin ürünüdür.
1993 ile 1995 yılları arasında ülkemizde çok büyük bir kargaşa, hesaplaşma vardı ve dağılmadan, parçalanmadan söz ediliyordu. Ancak bu “eşik” bir şekilde aşıldı; ancak eski alışkanlıklar sürdü.
Türkiye’nin güçlü bir derin devlet kültürü olduğu asla görmezden gelemeyiz. Bu bir anlamda devlet olma geleneğinin sonucudur.
Derin devlet demokrasi kurumunun çelişkisidir, karşıtıdır. Derin devletle baş edebilmenin yolu demokrasi kültürünü bu topraklarda daha güçlü hale getirmekten geçmektedir. Bu da sisteme insanların daha aktif katılımı ile olabilir.
İnsanlara “gelin daha aktif olun” diyerek bu katılımı sağlamak mümkün değildir. Onların bilinçlerinde, düşüncelerinde ve pratiklerinde bunu hayata geçirerek güçlenmesini sağlayabilirsiniz. Demokrasi bilinci bir sürecin içinde yerleşir, gelişir.
Bugün demokrasinin hangi noktasında kim duruyor olursa olsun geçmişteki ilişkilerden kendisini sorumsuz veya muaf tutamaz. Hatta belki de o ilişkilerin nedeni olarak bugün mevcut durum ortaya çıkmıştır da diyebiliriz.
Geçmişe dönük hesap sorma eylemini en başından beri anlamsız buluyorum.
Türkiye’de biçimsel olarak yerleşmiş bir demokrasiden söz edebiliriz ancak bunun oturmuş, sağlam ilkelere sahip olduğunu iddia edemeyiz. Daha 20-25 sene öncesine kadar bu ülkede insanlar anayasayı ortadan kaldırma tehdidi oluşturacak düşüncelerinden ötürü idamla yargılanıp, teorik olarak ceza da alabiliyordu. 40 sene öncesinde bu infaz bile edilebiliyordu. 40 sene sonra o idam cezası ile yargılanan kişiler bugün milletin oyu ile meclise girebiliyor.
Üç sene sonra ilköğretimde hangi sistemin kullanılacağı konusunda bir garanti var mıdır?
Önümüzdeki sene başkanlık sistemine geçip geçmeyeceğimizi biliyor muyuz?
Bütün bunlar yerleşik bir düzenin, ilkenin, geleneğin oturmamış, sınıfların belirginleşmemiş, aralarındaki mücadelelerin demokrasi platformunun içine tam yerleşmemiş olduğunun tipik göstergeleri veya sonuçlarıdır.
12 Eylül 1980 darbesi sırasında açılmış davalar 20-25 yıl sürmüştür. Birçoğu güncelliğini, anlamını ve dava niteliğini bile yitirmiştir. Dava dosyalarına bakan avukatlar, hâkimler, savcılar değişmiştir. Ceza gerektiren yasalar ortadan kalkmıştır.
Adalet zamanında hükmünü vermezse bu artık yargıdan başka bir şeye dönüşür. Bu nedenle ileri demokrasilerde yargı taraflar için de çok önemli bir haktır ve yargılanan kişi için de çok önemlidir.
Anayasanın en önemli sacayaklarından biri olan yargı mekanizması kişinin yargılanma hakkını sonuna kadar kullanmak için gerekli önlemleri, düzenlemeleri almak zorundadır.
Yargı cezalandırmaz, adalet dağıtır.
Yargının ihtiyaçları da o diğer sacayakları tarafından düzenlenir.
12 Eylül 2010 referandumu öncesinde 12 Eylül 1980 darbesi/darbecileri ile hesaplaşılacağı yönünde propaganda yapıldı. Halk oyunu hesaplaşılması yönünde kullandı. Ancak aradan geçen 10 aylık sürede gerekli düzenlemeler yapılamadı.
Yapılması da pratik olarak mümkün değildir. Kenan Evren ya da Tahsin Şahinkaya’nın yargılanmasıyla 12 Eylül ile hesaplaşılabilir mi? Yeter mi? İnsanlar kendilerini rahatlatacaksa buyursun yargılasınlar; ortada kocaman bir 12 Eylül düzeni vardır ve bu 30 yılda bu hale gelmiştir.
Çalışanların 12 Eylül öncesindeki haklarına kavuşması mümkün müdür?
Şimdi bunun karşısına Ergenekon ve benzeri davalar koyulmuştur. Bu davaların nitelik olarak yanlış olduğunu kimse iddia etmiyor. Ancak biçimsel olarak yürütülüş süreci ve gelinen nokta yine aynı çıkmaz sokağa yönlenmeyi zorunlu kılıyor. Kimin suçlu kimin suçsuz, içeridekilerin gerçekten iddia edilen suçları işleyip işlemedikleri, eğer bu suçları işledilerse neden dava sürecinin tamamlanamadığı konusu zihinlerde sürekli bir soru işareti olarak durmaktadır.
Bundan bir kaç sene önce bu platformda Kamuoyunun vicdani kanaatinde Ergenekon… isimli yazımda bu konuyu detaylı olarak ele almıştım. Geldiğimiz yer bu yazıda anlatılanın biraz ilerisinde bir yerde bile değildir.
Aynı şey Kürt sorunu için de geçerlidir.
Neyi yargılıyor olduğunuz artık kimi yargılıyor ya da cezalandırıyor olduğunuzun önüne geçmiştir. 1991 yılında devletin tepesindeki başbakan tarafından realitesi tanındığı günden bu zamana çok şey değişmiştir.
Kimse şu an içinde bulunduğumuz durumun 20 seneki ile aynı olduğunu söyleyemez.
12 Eylül darbesi ve düzeniyle hesaplaşacağını, onun etkilerini ortadan kaldıracaklarını, yeni bir anayasa yapacaklarını vaat edenler bunun için toplumsal uzlaşmanın ve barışın da yolunu açacak düzenlemeleri yapması konunun doğal sonucu veya özüdür.
Uzlaşma ve barışma çok geniş kapsamlı bir af sürecinin hayata geçirilmesiyle sağlanabilir. Bu aynı zamanda tıkanmış demokrasi kanallarının yeniden çalışması için maddi bir ortam ve enerji de yaratabilir.
Toplumun %50 oyunu almış bir iktidarın bu süreci başlatacak kamuoyu desteğini arkasına almış olduğunu düşünüyorum.
Demokrasilerde iktidarlar kendisinden sonra iktidar olacak mekanizmaların yolunu açacak düzenlemeler yapma sorumluluğu olduğunu unutmamalıdır.
Sn. Erdoğan’ın ülkemize armağan edeceği en büyük eser de bu geleneği yaratmak olabilir.
Ne Demirel, ne Ecevit, ne Özal, ne Erbakan, ne Türkeş ve hatta Baykal bu anlamda üzerlerine düşen görevi yeterince yerine getirememiş, varlıklarını vazgeçilmezlik üzerine kurmuş, demokrasi mücadelesini kişiliklerinde somutlaştırmıştır.
Ben çektim, cezaları ne ise onlar da çekecekler düşüncesi ya da söylemi çözüm bulmak değil, süreci biraz daha tıkamaktan başka bir sonuç doğurmayacaktır. Bu durumda kendisine verilen cezayı kabul ettiği anlamına gelir ki önceki söylemleri ile çelişir diye düşünüyorum.
Konuyla ilgili yazılmış yazım Türkiye “Genel Af” sürecine mi giriyor?