Geçtiğimiz ay bir arkadaşımın başından geçenleri dinler, bunu yazmalıyım diye içimden geçiririrken, yepyeni düşüncelerin peşpeşe canlanmasına engel olamadım.
***
Olayın geçtiği yer, bir şirketin toplantı masasının etrafı. Onun ağzından anlatmayı uygun görüyorum.
“…Bizde yıllık satışlar üzerinden, bayiilerin çalışanlarının cironun % 1’lik kısmıyla primlendirmesi diye bir sistem var. Örneğin, bayii 2006 yılında 3 trilyonluk bir ciro yapmışsa, 30 bin TL firmanın bizim işimizle ilgili çalışan üç, beş, on kişi arasında tarafımızdan direkt ödeme yapılarak paylaştırılıyor.
“Tamam mı?
“Benim amirim, ‘… Bey’ söz aldı. Genel müdüre durumun ekibini rahatsız ettiğini, bayiinin çalışanını bile primlendiren sistemin, iş kendi çalışanına geldiğinde sağır kaldığını, arkadaşların bununla ilgili olarak sıkıntı duyduklarını, lisan-ı münasip bir dille anlattı.
“Genel müdür ne cevap verdi, sence?
“…”
“ ‘Arkadaşlar, konu anlaşılmıştır, önümüzdeki sene, bayiinin çalışanlarının prim oranının % 0,5’e düşürülmesini gündeme alıp, tartışalım.’ dediğinde, ortalık buz gibi oldu. Ben dayanamadım.
“ … Bey, şeklinde giriş yapıp, bizim kimsenin parasında, aldığı primde gözümüz yok, bir diyeceğimiz de yok, siz olayı bu şekilde algılıyorsanız, benim için toplantı bitmiştir, diyerek ajandamı kapatıp, odayı terk ettim, peşimden de diğer satış ekibi geldi.”
***
Bu olay yine bir başka arkadaşın, kendi çalıştığı Grubun bankasına yaptığı kredi kart başvurusuna, bankanın “Grup Çalışanları”nı daha riskli “grupta” gördüklerinden midir nedir, harcama limitini “diğerlerinden” daha düşük tutarak verebilecekleri, cevabını aldığı küçük anıyı hatırlamama neden oldu.
…Giderek biraz daha dağıldım.
Nobel’den sonra yeniden elime aldığım Orhan Pamuk’un kitaplarının etkisinden olacak Altın Boynuz biricik Haliçimiz’in etrafında kümelenmiş sanayimizin atıklarıyla kirlettiği denizi temizlemenin bütün maliyetinin vergilerle insanların sırtlarına yüklenmesi…
Her kriz döneminde tasarruf amaçlı olarak, parlak ve aydınlık dönemlerde “en büyük sermayemiz” dedikleri insanları işsiz bırakmaları.
***
Küçük bir çocukla yemek sofrasında sohbet ediyordum. Bana bir arkadaşını okulda şikayet ettiğini söyledi.
Ona arkadaşıyla kaç yıldır tanıştığını sordum. Dokuz yaşının verdiği acemilikle kafasında yılları topladı, çıkardı.
“Altı.” dedi.
“Demek ki; yaşantının üçte ikisinde bulunmuş, senin için önemli biri olmalı. İyi ve kötü günlerinizde bir arada olmuşsunuz. Şu an onun sıkıntılı bir dönem geçiriyor, senin gördüklerini görmüyor ya da umursamıyor; sana senin istemediğin şekilde davranıyor olabilir. Arkadaşlık, bu süreci yaşarken diğerinin yanında olmayı gerektirir. Bir süre sonra herşey tam ters olur, sen aynı şeyleri yaşarken birilerinden anlayış görmek isteyebilirsin?”
Kafasının karıştığını ama beni anladığını biliyordum. Son bir şey söyledim, onun acarlığının önüne geçerek.
“Biz buna vefa duygusu diyoruz.”
Çocukken bize anlatılan masallardan bir tanesini anlattım; ona…
“Ormanlar kralı aslan ormanda bir gün yatmış uyuyormuş. Minik bir fare aslanın üzerinde korkusuzca dolaşıyormuş. Aslan sinirlenerek uyanıp fareyi kuyruğundan tutup, yakalamış. Tam öldüreceği sırada fare yalvarmış:
“Ne olur beni bırak! Gün olur benimda sana bir iyiliğim dokunur,” demiş.
Aslan farenin bu sözlerine gülerek:
“Sen küçük bir faresin, bana ne iyiliğin dokunur ki?” deyip, fareye acımış ve fareyi bırakmış.
Fare sevinerek oradan uzaklasmış…
Aradan zaman geçmiş, Aslan da bir gün avcıların kurduğu tuzağa yakalanmış.
Aslan çırpınmış, bağırmış ama tuzaktan bir türlü kurtulamamış. Oradan geçmekte olan minik fare aslanın bu durumunu görmüş. Hemen dişleri ile tuzağın iplerini kemirerek kesmiş. Aslanı tuzaktan kurtarmış. Fare aslana;
“Beni küçük diye beğenmiyordun. Bak. senin canını kurtardım,” demiş. Aslan, böylece yapılan bir iyiliğin karşılıksız kalmayacağını anlamış…”
***
Eskiden “ahde vefa” denilen sözlü anlaşmalar varmış. Sanırım hukukta hâlâ yeri var bu tür sözleşmelerin. İnsanlar söz verirler, ve bu sözlerini tutmak için de gerekirse susuz çölleri geçerlermiş. Oysa günümüzde yazılı metinler bile beş para etmez hale gelmiş durumda. Bir çok büyük kuruluş yapmış olduğu sözleşmelerin boşluklarını bulsun ve kendisine büyük paralar kazandırsın diye aklı cinliklere çalışan kişilere yeni istihdam alanları yaratmaktadır, düşündürücüdür.
“Vefa” insanın diğeriyle yaşaması ve sosyal bir hayat sürdürebilmesi için olmazsa olmaz “duygularından” bir tanesidir.
Bugünlerde herkes bu duygunun eksikliğinden söz ediyor. Hatta vefalı olmak belirleyici bir unsur olarak farklılığın “ayrıcalıklı” nişanesi durumuna getiriliyor.
“Benim kadar vefalısını bulamazsınız!”
Böyle midir; ya da böyle mi olmalıdır?
Vefa her süreçte ve adımda hatırlatılması gereken şeye mi dönüşmelidir?
Bir süre önce okuduğum ve kopyalarak sakladığım, yazarını bilmediğim küçük bir okuma parçasını hatırladım sonra, bitiriyorum…
denilir ki;
vefa, arkada bıraktığını, giderken yaktığını yabana atmamaktır…
vefa, dostluğun asaletine, bir dua sonrası verilen sözlere,
hayallere ihanet katmamaktır…
ve
vefa, sadece ‘has’ların vasfıdır!
nisyan -unutmak- ise ‘ham’ların…
bedene tutsak olmuş hoyratların nasibi yoktur vefadan!
ve öğrendik ki; sadece
“gönlümüzün kitabında;
“bize bir defa selâm vereni kıyamete kadar unutmayız”
düstûru kayıtlıdır”
diyenlere vefalı olunmalı!
sadece onlara! …
budur.
teşekkürler