13 Aralık 1977 günü Oğuz Atay bana göre çok erken yaşta aramızdan ayrıldı. Aslında neden bu kadar erken bir ayrılık yaşandığını yazdıklarını okurken anlamak mümkündür. Kendine herşeyi dert edinen bir kişinin bu kadar yaşaması bile belki de fazladır.
Yazacak o kadar çok şey varken gitmek!
Oğuz Atay’ın hayatımdaki yeri çok farklıdır. Bu farkı da eğer benim de yazacak kadar zamanım varsa göstereceğim.
Bugün Tutunamayanlar’dan benim çok sevdiğim bir bölümü paylaşmak istiyorum. Selim ışık’ın Günlük’ünden dökülen müthiş bir duygu yoğunluğu…
Saygıyla…
“…Günseli beni görünce şaşırdı. İnsanlar neden şaşırırlar beni görünce? Sonra neden kendilerini toparlarlar? Hiç olmazsa şaşkınlığınızı sürdürün. Size sürekli bir duygu vermesini hiç bilemeyecek miyim? Günseli de toparladı kendini. Neden köşeme çekilip ölümü beklemesini bilmiyorum da insanların yaşantılarına burnumu sokuyorum? Sonra da davranışlarına katlanamıyorum? Bu gidişle, ben böyle yaşamaya devam edersem, ölümün geleceği filan yok. Birtakım eller sıktım, bir takım adlar saydılar: hepsini hemen unuttum. Ben her şeyi öyle bir kerede öğrenemem. Şaşırırım. Düşüp bayılacağımı sandım birden. Tanımadığım insanların evinde bayılmak! Bir koltuğa çöktüm. Tül perdeler ve radyo örtüsü: hiç beğenmedim. Rahat görünmek için bacak bacak üstüne attım ve sürekli gülümsemeye çalıştım. Bacağım titriyordu: havadaki bacağım. İki elimle, bütün gücümle tuttuğum halde titriyordu. Onların bacakları titremiyordu. Bütün bacaklara hırsla baktım; biraz da korkuyla. Herkes bana bakıyordu; bacağımın titremesine bakıyordu. Kibarlıklarından görmemiş gibi yapıyorlardı.
Batsın kibarlığınız! Ölürsem görürsünüz. Evi birbirine katarım.
Hayır, dedim kendime: kimse seninle uğraşmıyor, sana öyle geliyor. Bu iki durumu birbirinden ayırma yeteneğimi kaybettim artık. Birinin gülümseyerek bana birşeyler anlattığını sanıyordum: oysa, neden sonra, başkasıyla konuştuğunu anlıyordum.
Bana öyle gelmiş.
Günseli de beni rahat ettirmek için, aldırmıyormuş gibi davranıyordu. Yoksa bana öyle mi geliyordu? Bu daha çok sinirlendiriyor beni. Bir yandan bana aldırmıyormuş gibi yapıyor, bir yandan da benden korktuğunu hissediyorum. Kötü bir şey yapmaktan korkuyor benim için.
Neden korkuyorsun benden canım sevgilim? Korkulacak halim kaldı mı benim? Hiç belli olmaz. Son nefesimde bile, öyle bir kıyamet koparırım ki bana acıdıkları için pişman ederim herkesi. Böyle olmadığımı göstermek için, Günseli’ye gülümsüyorum. Bu da doğru değil. Aşkımızı elevermemeliyiz.
Her zaman olduğu gibi içinden çıkamayacağım bir duruma soktum kendimi. Günseli’yi oradan alıp gidemezdim. Onun üzerinde resmî bir hakkım yoktu: akrabaları böyle düşünürdü. Ben kim oluyordum? Bir arkadaş. Günseli’yle evleneceği söylenen kararsızın biri. Belki de bakışlarıyla, kalkıp gitmem gerektiğini söylüyorlar bana. Yanımdaki ihtiyar teyzeye ya da karşımdaki evin genç kızına baktıklarını sandığım bir anda, aslında bana bakıyorlar belki. İçimin boşaldığını, döne döne yere düşeceğimi sanıyorum.
Bütün dikkatimi toplayarak ayağa kalktım. Hiçbir şeye çarpmamalıydım. Ayakta durursam, bacağımın titremesi anlaşılmaz. Ellerim ter içinde: kimseye dokunmamalıyım. Kimsenin elini sıkmamalıyım.
Oturmam için ısrar ettiler; yemeğe kalmamı istediler. Günseli’ye baktım: gözlerin dilinden bir şey anlamıyorum. Ya ben kalkınca Günseli benimle gelemezse? Bu korkuyla tekliflerini kabul ettim. Misafirliğe gittiğim bir evde, birlikte sofraya oturmak sevdiğim bir gelenektir. Sonunda yemeğe kalmadığım ziyaretlerde bir soğukluk vardır; içten olmayan bir ilişki. Bu insanlardan da bir an önce kurtulmasını bilemedim işte. Yemeğe kalışımı, Günseli’nin geleceği bakımından olumlu bir işaret saymışlardır. Aklımı başıma toplamam için bir fırsat verdiler bana.
Ne kadar da iyi tanıyorsunuz beni canım? Derimin altındaki karışıklığı bilmeden yargılıyorsunuz beni. Ne kadar damat delisi bir kalabalık. Ulan, ölüyorum ben: ne yapacaksınız benim gibi damadı? Tam çorbamı içerken başımı kaldırsam ve… beni kökümden sarsan şeyleri, “onu”, hamamböceğini filan anlatsam… her şeyi itiraf etsem gözyaşları içinde. Ne yaparlardı acaba? Dünya tarihinde buna cesaret eden biri çıkmamış. Belki benim gözümden kaçmıştır. İnsanlar yüzde yüz ölümlerin kucağına atmışlar da kendilerini, buna cesaret edememişler. Önemli saymadığımız için kayıtlara geçirmedik mi diyorsunuz. Öyle olsun. Bir itirazım yok. Zaten benim de böyle bir şey yapmam zor: ölüme doğru bile insan çekingen ve tedbirli oluyor. Özellikle, gülünç olmaktan, vebadan korkar gibi çekiniyor. Son nefesine kadar gülünç olmaktan korktu; hiç olmazsa bunu sürdürdü, denilebilir benim için.
Evin beyi karşımda oturuyordu: burjuva terliklerini giymiş bir durumda. Ona desem ki: Rasim Bey! küçük burjuva yaşantınızdan çıkın; birlikte sürünelim. İnsanlara bundan başka yapabileceğim, bir teklif yok.
Günseli’ye evlenme teklif edebilirsiniz oğlum.
Ha, evet; unutmuştum. Size de yukarıdaki uygunsuz teklifi yapmak isterdim; fakat yolunu bilmiyorum.
Babanıza mı söylesem acaba?
Olmaz.
Doğru.
Kuralları bilmiyorum. Yaşama kurallarından habersizim. Tek başıma beceremediğim bir yaşantıyı, birlikte nasıl sürdürürüz?
Başkalarını taklit ederdik.
Olmaz. Yaşamayı taklit ederek insan ancak yirmi beş yıl kadar yaşar senin gibi.
Teklifini kabul edemeyeceğim oğlum.
Fakat amcabey, yaşamayı nefes almak gibi rahat sürdürenler de var. Onlar daha fazla yaşasın. Yaşasınlar inşallah. Beter olsunlar!
Yemeğimi bitirmedim. Oysa annem, yemeğimi sonuna kadar yemeye alıştırmıştı beni. Doğru dürüst bir şey öğretmedi zaten. Göstererek de örnek olmadı. Ben de öğrenemedim. Erkekler gibi tükürmesini, sigara içmesini, havluya yüzümü silmesini, eşyayı tutmasını bilmiyorum bu yaşımda. İnsanlara para uzatmasını bilmiyorum daha; cüzdanımdan para çıkarmasını beceremiyorum. Ne işim var bu dünyada benim? Tabağımı uzatışım bile başkalarına benzemiyor. Oysa ne kadar çalıştım tabağıma bakmadan tabağımı uzatmaya. Annem de yerli yersiz şımarttı beni: başka türlü oluşumu yanlış yorumladı. Onun oğlu kimselere benzemezmiş. Çok duyduk bu sözleri başka annelerden de. Annem sorumludur. Hiçbir şey bilmeseydim, belki yeni baştan öğrenebilirdim. O kadar da saf kalamadım. Artık çok geç. On yedi yaşıma kadar beni yıkadı; bütün imtihanlardan önce, sabahlara kadar anlattığım dersleri dinledi. Yalnız başıma çalışma alışkanlığını edinemedim bir türlü. Ruh doktorları da bu satırları okusalar, bilgiç bir tavırla pis pis sırıtırlar.
En kötüsü, hayır demeyi öğrenemedim. Yemeğe kal, dediler: kaldım. Oysa, kalınmaz. Onlar biraz ısrar ederler; sen biraz nazlanırsın. Sonunda kalkıp gidilir. Her söylenileni ciddiye almak yok mu, şu sözünün eri olmak yok mu; bitirdi, yıktı beni. Kitaplar da büsbütün bozdu ahlakımı. İnanmak güzel şeydir, hayır, değildir. Erkek dediğin, cebinden dolmakalemini çıkarıp öyle bir adres yazar ki… Kaşığını alışkın bir hareketle çorba tabağının içine bırakır, kaşık hiç ses çıkarmaz tabağa düşerken. Sofrada konuşurken de söylediği sözlere kaptırmaz kendini. Bu nedenle bir hareket yapmaz: yemeği örtüye dökmez, bardağa çarpmaz. Bütün bunlardan önce, nişanlı bile olmadığı bir kızın akrabalarının evinde o kızla birlikte yemeğe kalmaz. Kalsa da kendini yiyip bitirmez bunu düşünerek. Belirsiz bir kuruntu yüzünden yemeği zehir etmez kendi kendine.
Durumumu düzeltmeliyim. Ne yazık, konuşamıyordum. Başım dönüyordu; yerimden kalkamıyordum. Selim Işık çökmüştü, çözülmüştü, bitmişti. Hâlâ aptal gibi gülümsemeye çalışıyordum. Kimsenin aldırdığı yoktu. Sadece tabakların hareketi görülüyordu; çatal-kaşık gürültüleri geliyordu. Boğuk sesler işitiliyordu. Sade bir aile atmosferi içinde bir cehennem oyunu sahneye konuluyordu. Boyumdan büyük işlere kalkmıştım. Şimdi, boyumdan küçük işleri bile başaramıyordum. Böylesine rezil bir yenilgi görülmemişti. Gücümü tahminde yanılmıştım. Turgut evlendiği zaman ben de evlenecektim. Çatal-kaşık ve fasulye pilakisi karşısında böyle ağır bir yenilgiye uğramayacaktım. Oysa fasulyeyi ne kadar severdim. Her şeyle aramı bozdum artık. Her şey bana düşman kesildi. Tanrım, diye düşündüm ilk defa. İlk defa, Tanrım dedim; bıraksınlar beni artık…
Tutunamayanlar – Sayfa 623 – 627