Aşkın içindeki Attila İlhan


“…, sizin mevcudiyetiniz dünyevi olmaktan ziyade, semavi olmak icabeder, adeta şaffaf bir  mevcudiyet! Neye temas etseniz, kameri bir şuayla aydınlanıyor.” (Attila İlhan, Dersaadet’te Sabah Ezanları s.77 İş Bankası)

Ruhunuzun derinliklerine doğru bir yolculağa çıkıyorsunuz bu satırları okurken. Yirminci yüzyılın başları. Yıkılan Osmanlı’nın içinde yaşanan yasak bir aşkı anlatan satırlar, bunlar. Aşk zamanın tüm evrelerinde zaten yasak olmamış mıdır? Yaşanması imkansız olan sevgi yoğunluğuna aşk demiyor muyuz, zaten?

Attila İlhan yazdığı tüm eserlerinde çağını yansıtmayı başarabilmiştir. Yirminci yüzyılın başların aşk daha çok biten bir anlayışın son temsilcisi olarak semavi bir nitelik taşıyordu. Aşık olan, aşık olunanı kutsal bir mertebeye taşıyor; üstelik orada da bırakıyordu. Aşk insan ruhunun derinliklerinde varolan güçlü bir duygudur. Ruhun özüdür.

Attila İlhan’ın gençliğini yaşadığı dönemlerde aşklar çok uzaktı, kağıt üzerine tutsaktı ve bir o kadar da tuzaktı. Bir tarafta vatan vardı ve sürekli kurtarılması gereken, herşeyden önceliği olan bir sevgiliydi. Olan da yoktan varedilmişti. Aşk mektupların içine gizleniyordu. Bu nedenle de çok güçlüydü. Öylesine güçlüydü ki, bazen kendini feda etme noktasına gelebilmekteydi. Aynen vatan için kendini feda etme gibi.

“… hani bir gülümsemen vardır sanki Istanbul…”

“…çünkü bak / bin yıllık emek birikimiyim…”

 Bütün yokluklara rağmen bir tatmin duygusu vardı.

“…yoksulum mutluluğum seninle yaşamaktı…”

Aşk artık böyle algılanmıyor elbette.

Attila İlhan burjuvazinin hayatlarını konu alan romanlar yazmıştır. Burjuvazi kentsoylu demektir. Kentin soylularıdır. Kentleri kurmuşlardır, orada yaşamayı seçmişlerdir; demokratik devrimleri de, bugünkü modern devletleri de onlar kurmuşlardır.  Aşk da kentin içinde evrim geçirmiştir. Belki de o sürecin artık sonuna bile gelmiştir. O’nun kitaplarını okuyanlar bu evrimi dönemsel olarak nasıl geliştiğini evre evre görürler. Zaten esas gayesi de Türkiye’de eksikliği duyulan burjuva sınıfının oluşmasına katkıda bulunmaktır.

Son yıllarda Attila İlhan’ın Kuvayi Milliyeci tarafı öne çıkar oldu. Bu nedenle de taraftarları oldu, karşıtları… Beni Attila İlhan’a yaklaştıran şey salt düşünce yapısı değildi. O zaman esas görünmesi gereken şeyi kaçırıyorsunuz. Bir anda taraftar kimliğine dönüşüyorsunuz. Oysa başka bir şey var.

Attila İlhan kendisi için hiç bir şey istemeyen, çoğunlukla mevcut düzene muhalif gibi duran ama onun gelişimini de arzulayan bir şair, yazar, fikir adamıydı. Demokratik devrimleri yapan sınıfın gelişimi, o ülkenin gelişim süreciyle paralel gider. Sermaye birikimin yanında sınıf kültürünün de oluşması, yerleşmesi gerekir. Karşıtların birliğinden hareketle, bu kültür tek taraflı gelişen, büyüyen bir olgu değildir. Ona karşıt olanıyla dengelenir.

“karşıtlıklardan üremek / bir savdan bir savı bilmek / bileşime kadar izlemek / birikip sıçramaları”

Burjuvazi kendisini çoğaltırken, toplumsal sınıfların tümüne doğru bir gelişim olması kaçınılmazdır. İstanbul’un yeniden yapılandırılması bu sürecin sonucudur. Taşralaşmadan, şehirleşmeye-metropolleşmeye doğru evrimleşmesi.

Kuşkusuz kentlerde yaşayan insanlar vardır ve onlar üretim ilişkilerin içinde, sosyal varlıklardır. Attila İlhan’ın toplumcu tarafını biz hiç propogandist ve ajitatif görmedik. Bu nedenle O, içinde olduğunu bildiğimiz sol tarafından bir dönem hep dışlanmıştır. Anlaşılamamıştır.

Aşkı anlamak, tanımak istiyorsak, biraz da O’nu okumamız, bilmemiz gerekiyor sanırım.

“…Sevmek kimi zaman rezilce korkudur / İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur / Tutsak ustura ağzında yaşamaktan / Kimi zaman ellerini kırar tutkusu / Birkaç hayat çıkarır yaşamasından / Hangi kapıyı çalsa kimi zaman / Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu…”

Aşk ruhun içinde saklı bir hazinedir. Önce ruh kendi içindekini keşfetmelidir. En güzel aşk ruhumuzun içinde kurgulanan aşktır. Milenyum çağında aşk giderek daha fazla bedensel algılanır oldu. Elbette ruhumuzu kuşatan giysiyi reddedemeyiz. Üstelik varlığımızı tanımamızın yolu da bedenimizdir. Aşkı deneyimlemenin de. Sorun kaynağın unutlur oluşudur. İçsel hazineyi görmezden gelerek, olmadık yerlerde onu aramamaktır.

“tutkuyla ıslandılar / kim varsa kadın erkek / yıldırım düştü yandılar / gürültüyle sevişerek / çoğalıyoruz sandılar / yalnızlığa eksilerek”

Attila İlhan üç zamanın (dün/bugün/yarın) da şairi oldu.

Doğamız ve yaradılışımız gereği, aşkı paylaşırız. Bir başka ifadeyle özümüzde çoğaltılan sevgi dışarı taşar. Ruhumuz bunun için kendine çeşitli odaklar seçebilir. Bedenimiz yaşam süreci içinde bu merkezleri arar durur. İdeal aşk, içimizde koruduğumuz nüve, gerçekliğin içinde kendini deneyimleme olanağı bulur zaman zaman. Eşimizi böylesi süreçlerin içinde seçeriz.

Ama bu her zaman bir gerçeklik olması gerekmez. Şairin yaşadığı gibi… Belki de o hiç bir zaman yaşanmayacak; kimileri için yanılsama olarak adlandırılacak; hayaller olarak kalacaktır.

“ne kadınlar sevdim zaten yoktular / yağmur giyerdi sonbaharlarla bir / azıcık okşasam sanki çocuktular / bıraksam korkudan gözleri sislenir / ne kadınlar sevdim zaten yoktular / böyle bir sevmek görülmemiştir…”

Gençliğe ilk adım attığım dönemlerde benim de çok büyük ideallerim vardı, aşk adına. Filmlerde izlediğim tutkulu beraberliklere özenirdim. İki insanın arasındaki bütün engellerin ortadan kalktığı, dışarıdan bakıldığında cismi görünmeyen ama etrafa yaydığı güçlü enerji ile hissedilen bir aşk yaşamak isterdim. Ben böyle bir aşk yaşayacağım dedim.

Ruh böylesi bir tutku ateşi ile yandığında; yüreğine bir şule düştüğünde iflah olmaz bir hastalığa tutulur. Evet, bu bir hastalık olarak tanımlanır. Oysa ruhumuza, özümüze ve bize ait ne varsa hepsi bizim doğamızdır. Bu nedenle asla kimseye yabancı gelmez. Çok kolay hissedilir. Benim de hissettiğim, ortaya çıkarmak istediğim gibi…

Şair, kendi ruhuna doğru yolculağa çıkabilen kişidir. İfadesinin gücü, kendinden ve hepimizin ortak sahip olduğu değerden gelir.

“…aykırı bir yolcuyum dünyaya geniş, büyük bir kulak çınlıyor içimdeki…”

Aşk sanatın içinde imgelenir; yeniden üretilir ve hissedilen bir kelimeler yumağına dönüşür. Şair / yazarsa imgenin estetik yaratıcısıdır. Attila İlhan bize bu yolu gösterdi. Nasıl yapılabileceğini öğretti. Üstelik kendisi bunu doyasıya yaşayamasa da yaptı bunu. Demek ki, aşkın gerçek olması gerekmiyor. Önemli olan, içimizdekini, keşfedebilmek, sonra da gösterebilmek.

Doğal olarak O’nun gidişiyle yalnız kaldık, bir eksiğiz; üstelik bu eksiklik fazlasıyla yer kaplıyor içimizde. Boşluğa dönüşüyor.

“…ölüm kadar çabuksa eğer yaşamak / hiç doğmamayı isterdim ama / bir kere doğmuşum ölmek yasak…” 

Ve şu milenyum çağının o kahredici tüketim alışkanlığı içinde tükettiğimiz sevgilerimize biraz daha dikkat etmek!

“…yanıldığımız herşeyi birden istemekti / isteği gerçekleştirmez isteğin yoğunluğu / ihtiyaç başka bir boyuta geçmekti / devreden çıkarıp gereksiz sorumluluğu…” 

Bu yazı İndigo Dergisi’nin Kasım 2005 sayısında yayınlanmıştır.

 

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: