“İnsanların görmek istedikleri baktıkları yerde değil, bakışlarındadır.”
Demokrasi yeni milenyumun içerisinde bir sorun olarak durmayı sürdürecek gibi gözüküyor, Türkiye’de. Bu hepimizi etkiliyor. Siyasi duruştan tutun da, şehircilik, ticaret, sağlık başta olmak üzere her türlü hizmet ve elbette fikir ve inanç farklılıklarına kadar.
Demokrasi, varılması istenen, özlenen, hedeflenen; ama tanımı yeterince yapılamayan, anlamlandırılamayan, beraberinde yığınla sorunu peşinen getiren, ya da bizim tarafımızdan “bilerek” zorlaştırılan, dinamik, belki de hiç bir zaman ulaşılamayacak ütopya sanki.
Avrupa Birliği sürecinin hızlanmasıyla demokrasi “ütopyası” daha fazla hayatımızın içlerine girdi. Eskiden, daha zamanımız var dediğimiz ve ötelere ittiğimiz sorunlar birer birer kapımızı çalıyor. Çoğu kontrolümüzde olmayan şeyler bunlar.
Anadolu insan varlığının en çok göç aldığı bir coğrafya. Bu hareket hiç bitmeyecek. Bunun birlikte getirdiği sonuç da çeşitliliğin merkezi oluşu. Dünya üzerinde, benim kısıtlı bilgi birikimim içinde bilebildiğim en renkli, çeşitli ve çoğulcu yapı Hindistan. İndra Gandi’nin öldürüldüğü günü anımsıyorum. Radyo ve televizyonda verilen temel unsur, “yıllarca bu kültürler birlikteliğini demokrasi içinde yönetmiştir,” olmuştu. Türkiye, Hindistan örneğine bire bir benzemese de, farklı kültürlerin binlerce yıl bir arada yaşama, olma pratiğini göstermiştir tarih kitapları.
Geçen ay Mevlana ile ilgili dosyanın hazırlığı sırasında dikkatimi bir şey çekti. Mevlana’nın babası, Karaman’da yaşamayı sürdürürken, övgüsünü duyan dönemin hükümdarı Alaattin Keykubat tarafından başkente çağırılıyordu. Amaç O’nun bilgeliğinden, alimliğinden yararlanmak.
Avrupa’da rönesans öncesinde ve sırasında, aydınlanma sürecinde, bilim adamları yer yer zorluklarla karşılaşsalar, koğuşturmaya uğrasalar da dönemin belirleyici gücüyle birlikte hareket etmişlerdir. Uzun zaman papalığın, krallıklarının (feodalite unsurlarının) engellemelerine uğramışlar; fakat gelişmekte olan kentsoylu sınıfı ile yakınçağın yaşam standartlarını ve düşünce kalıplarını oluşturmuşlardır. Modern dünyamızın insani, hümanist, demokratik yaşam biçimine ait temel felsefesinin büyük bölümü bu aydınlanma sürecinde oluşturulmuştur.
Türkiye bu standartları resmi olarak 83, gayri resmi olarak 200 yıldır anlama, anlamlandırma ve hayatına yerleştirme uğraşı içinde. Geldiği yer; bu standartları yaratmış uygarlığın çok uzağında bir yerlerde değil.
Bununla birlikte Türkiye’nin en büyük açmazlarından bir tanesini, tanımı içinde saklı olan “aydın” yetiştirmede yaşamaktadır. Aydın, Türkçe’de “ışık saçan, kaynak” anlamına gelir. İngilizce karşılığı “intellectuel” kelimesinin kökünde ise “intellect” “akıl, zihin, idrak” vardır. Kelimebilimci olmadığım için daha fazla yorum yapamayacağım; sadece iki anlamdan yola çıkarak, Türkçemizin ifade zenginliğini ortaya koymak istiyorum. Bununla birlikte İngilizce karşılığı olan “idrak (akıl) sahibi” anlamını da tanımın dışında tutamayız.
Elimizde şimdi, keyfi de olsa, iki hareket noktası var.
Birincisi kaynak, ışık sahibi olmak. Kaynak denilince aklımıza ilk gelen imge, güneş oluyor nedense. Tek başına enerji ve ışık merkezi. Ay da geceleri güneşten aldığı ışığı yansıtabilme özelliğine sahip; ama biz onun “uydu” olduğunu biliyoruz.
(Uydu imgesi önemlidir; bu konuyu tartışmayı sürdürdüğümüz ileriki zaman dilimlerinde daha fazla içine girmeye çalışacağız. Yeri gelmişken kısaca bir şey eklemek gerekirse; zamanımızda ana kaynaktan çok uydulara rastlamaktayız. Bunlar ay gibi geceleri ışıl ışıl parlamakta, ama kendi üretimini kendisi yapamadığı için de kaynaktan gelenle beslenmek, yetinmek, daha kötüsü de “bağımlı” kalmak durumundadır.)
İkincisi, akıl veya idrak sahibi olmak. Bu muhakeme, düşünme, analiz etme, değerlendirme yeteneği anlamına geliyor. İdrak kelimesini kendi içinde açtığımızda da “anlayış, erişme, ulaşma” kavramlarına ulaşıyoruz ki, daha da derinleşiyor.
Demokrasi kavramı, aynı zamanda bir uzlaşma; konsensus olarak adlandırılır. Ta Yunan Site Devletlerinden tutun da gelişim göstererek, günümüz modern devletlerine kadar toplumsal sınıfların simgesel olarak “parlamento” içinde bir arada olmaları uzlaşmanın biçimsel bir ifadesidir.
Demokrasi, fikirlerin (veye toplumsal sınıfların) çatışması, birinin diğerine çoğulcul üstünlük kurmasının aracıdır; sistemidir. Ama öncelikle fikir olmalıdır. (Fikirlerin ortaya çıkışının sınıfsal, ulusal, maneviyat dünyasına vs. ait duruşlarından kaynaklandığı “temel bilgisini” burada geçiyoruz. Bu bir başka çalışmanın konusu olabilir.)
Fikir bir kaynaktan, nesnel ya da öznel bir ihtiyaçtan doğar. Tartışılır, geliştirilir, olgunlaştırılır ve sonuca bağlanır. Fikir bazen çıktığı kaynaktan farklılaşabilir; değişim gösterebilir.
Fikir üretebilmek için de “aydına, entelektüele” ihtiyaç duyarız. Burada bir yanlış anlaşılma olmasın. İnsanlar her türlü düşünme yeteneğini “aydın” dediğimiz ve yapay olarak yarattığımız bir sınıfa devrediyor değildir. Eninde sonunda insan düşünen bir varlıktır, kökünde kaynaktır, idrak sahibidir. Demokrasilerde ortaya koyulan fikirler kamuoyunda değerlendirilir, hatta oylanır. Bu temelde çalıştığı “varsayılan(?!)” bir idrak sürecidir.
Bir insan vücuduna benzetebileceğimiz toplumlarda beyin, aydınlardır; alimlerdir, bilim adamlarıdır. Bundan 800 – 900 yıl önce Anadolu Selçuklu Devleti hükümdarı, çevresinde fikir alış verişinde bulunacağı, düşünce dünyasını zenginleştireceği alimlere ihtiyaç duyuyordu. Osmanlı’da da durum farklı değildi, kuşkusuz. İstanbul Fatihi, öğretmenleriyle birlikte dolaşır, onlara danışırdı. Devletlerin ilerleme süreçlerine baktığımızda, bunun sac ayağının bir tarafında düşünen insanlara verilen değer ve onların katkılarının gücü vardır. Gerileme sırasında da bunun tam aksi bir süreç yaşanır. Yozlaşma, dogmalardan, donmuş, hareket yeteneğini kaybetmiş fikirlerden doğar.
Bununla birlikte toplumlar kendilerini daima belli bir düzen içinde ifade ederler. Düzenin cisimleşmiş biçimi de devlettir. Demokrasiler devletsiz bir yaşamı savunabilen inanç özgürlüğünü de içinde barındırır, kuşkusuz. Bununla birlikte demokrasi bir uzlaşabilme ve bir arada olabilme kültürünün modern tanımıdır. Bugünkü koşullar içinde bir arada olabilmenin yolu belli sınırlar içinde yaşayabilmekten geçiyor. İnsanlık elbette bu süreci de aşabilecek, kendi kendisinin efendisi olacak bir düzen içinde yaşama yeteneğinin tohumunu taşımaktadır. Ama bu yazının amacı yepyeni bir ütopya değil, Türkiye’nin Avrupa Birliği yolunda sancısını taşıdığı demokrasi bilinci, anlayışı ya da tavrıdır.
Türkiye çok ciddi sınavlardan, sıkıntılardan geçiyor. Bu çok popüler anlatım biçimiyle, uzun ince bir yoldur. Yol karanlık olabilir, bu durumda her kilometre taşında yolu aydınlatacak fikir adamlarına ihtiyacımız vardır.
Temel sorunumuz da burada düğümleniyor sanki.
Belli bir fikri, düşünceyi, inancı ya da felsefeyi savunan kişinin hangi durumda nasıl tavır alacağını, nasıl davranacağını ya da vermiş olduğu mesajın nereye gideceğini veya kime hizmet edeceğini az çok kestirebiliriz. Bir bekletimiz olur bu anlamda. Günümüz Türkiyesi’ndeyse etrafımızdaki düşünce adamlarının önemli bölümünün böylesi bir duruştan yoksun olduğunu gözlemlemekteyiz.
Bir başka durum da; nesnel veya fiili koşulların ortaya koyduğu durumların değerlendirilmesi hususunda yukarıda temel davranış kalıplarını sıraladığımız kişinin, yine benzer süreçler sırasında kararlı ve istikrarlı bir tutum sergilemesi beklenir. Türkiye’de düşünsel, kuramsal bir istikrar sorunu da vardır. Bunun temel sebebini kaynak olmaktan çok, uydu biçiminde yaşamayı seçmek olarak özetleyebiliriz.
Sadece bu kadar da değil. Fikir adamı, aydınlık, kaynak ve idrak sahibi kişi, içinde bulunduğu topluma, onun göremediği, bilmediği “şeyleri” ihtiyaç duyulduğu ya da duyulmadığı zamanlarda ortaya koyabilmelidir. Sürekli bir adım önde…
Bundan 80 sene önce Türkiye’nin bambaşka bir hedefi, amacı vardı. Bugün geldiğimiz yer, bir dünya ülkesi olma projesi. Kuramsal bir çatısı olabilmelidir. Bu çatıyı da birilierinin, ütopya bile olsa çatabilmeleri gerekmektedir.
…malıdır’la biten bir sürü paragraf açabiliriz. Ama bu yazının sınırları içinde kalmayı bilmek gerekiyor.
Avrupa Birliği, bu konuları sürekli tartışacağız elbette, önümüze yüzbinlerce sayfalık yapılması gerekenler klasörleri koymuştur. Bir taraftan kendi hayat standartlarını bize göstermeye, anlatmaya; bir bakıma “dayatmaya” çalışırken, diğer taraftan da kendi ekonomik örgütlenmeleri içinde menfaatlerine uyan davranış kalıpları sergilemektedir. Sayısız çifte standart örnekleri gösterebiliriz. Ama konumuz bu da değil. İmalarla geçiştiriyoruz bu noktaları…
En başa dönersek: “İnsanların görmek istedikleri baktıkları yerde değil, bakışlarındadır.” Nasıl baktığımız ya da baktırıldığımız çok önemli. Hani suya götürüp, susuz getirmek diye bir deyimimiz vardır ya. Bazen baktığımız şeyi göremediğimiz gibi, öyle bir bakışla bakabiliriz (baktırılabiliriz) ki, baktığımız bambaşka anlam ifade eder olur.
Eksiklik duyduğumuz bazı temel gerçeklikler var. Bu yazıyı yazdıran şey de eksikliğini duyduğumuz ihtiyaçlarımız. Çoğu zaman anlayamıyoruz, anlamlandıramıyoruz. Bir başka yapamadığımız, birleştirememek. Parçalar önümüzde, birbiri ardına çok farklı olaylarmış gibi ortaya çıkan şeylerin aslında tek bir amaca hizmet ediyor oluşunu göremediğimiz zamanlar yaşıyoruz.
Anlayamadığımız, birleştiremediğimiz ya da idrak edemediğimiz için kalıcı bir tavır sergileyemiyoruz. Bir taraftan zaman hızlanmış, diğer taraftan peşi sıra gelen olaylar silsilesi içinde yetişemiyoruz.
Demokrasi sorunumuzun içinde böylesi açmazlarımız var. Konu derin bir o kadar da uzun. Yeni yılda konuşacak çok şeyimiz olacak.
Devam etmek üzere…
Bu yazı İndigo Dergisi Ocak 2006 Sayıında yayınlanmıştır.