Son otuz yılı bizzat yaşayarak geçirenler bilirler ki, şu iki kelime hayatımızın tam merkezine oturmuştur. Bunlardan bir tanesini geçtiğimiz ay konu etmiştik; demokrasi. Diğeri onun varoluş koşullarını sağlayan, temellendiren, bu nedenle de altyapısal bir hizmet veren; ekonomidir.
Ülkemizde demokrasi nasıl bir sorunlar yumağı ise, ekonomi de onun kat be kat üzerinde çözümsüzlükler kümesidir.
Demokrasi insani varoluşun, belli bir yaşam standardının ve onun güvenceye alınmış sözleşmesidir. Temel ihtiyaçları karşılanmış, sosyal güvenlik kalkanıyla güçlendirilmiş, korunmuş özgür birey, iradesiyle bir taraftan bu hakların sürdürülmesinin takipçisi olurken, diğer taraftan da mevcut durumu gelişen ve değişen yeni durumlara göre yeniden yapılandırmanın talepçisi görevini üstlenir. Modern demokrasilerde bu süreç kesintiye uğramadan sürer gider.
Avrupa Birliği temelinde bir gümrük birlikteliği, ekonomik bir örgütlenmeyken, gelişmiş, dönüşmüş, birleşik Avrupa modeline gelmiştir. Yani 1970’li yıllarda Avrupa’nın Ekonomik Topluluğu’na girmeye çabalarken, 2000’li yılların milenyumunda yepyeni bir Birliğin içinde yerlamayı anlıyoruz.
Bu model bizim anlatmak istediğimiz şeyin de çok somut bir örneği; Avrupa Birliği’nin evrimi.
Birlik, temelini ekonomik örgütlenmede atıp, demokratik birleşik Avrupa olma yolundadır. Bu anlamda bizden her iki alanda da beklentilere sahiptir. Önümüze koyulan yüz binlerce sayfalık müzakere belgelerinin elbette bir tarihi vardır; yaşanmıştır, öğrenilmiştir, yeniden yapılandırılarak hayatın içine yerleştirilmiştir. Bir çoğu bize çok garip gelen, anlamadığımız, idrak edemediğimiz bu taleplerin mutlaka bir açıklaması vardır.
Türkiye, Cumhuriyeti’ni ilan etmeden kısa bir süre önce İktisat Kongresi’ni toplamış ve orada devletinin ekonomik örgütlenmesinin anayasasını hazırlamıştır. Bizi bugünlere getiren 83 yıllık süreç bu anafikir üzerinde şekillenmiştir.
Kurtuluş Savaşı sonrasında, hepimizin dilinde “pelesenk” olmuş şekliyle anlatırsak, Anadolu yıkılmış, sınırlı kaynakları tümden yok olmuş, millet “fakru zaruret” içine düşmüş vaziyettedir. Ekonomiden söz edebilmek içinse erkendir, çünkü modern devletlerde olan hiçbir araç, enstrüman, aktör ortada yoktur.
Bu satırlarda vurgusunu sıklıkla yaptığımız Fransız “Burjuva” Devrimi, geleneksel feodal ilişkileri, ortadan kaldırıp, sanayi devriminin bir diğer aktörü “işçi” sınıfı ile birlikte kapitalist üretim ilişkilerini kurmuştu.
Anadolu’da bu iki sınıf henüz tarih sahnesine çıkamamıştı. Geleneksel solcularımız, yüzyılın başlarında kutlanmaya başlayan “1 Mayıs İşçi Bayramı” vesilesiyle, İstanbul ve Selanik gibi şehirlerde burjuvazi ve işçi sınıfının varlığını ispata çalışsalar da; endüstriyel sanayi dediğimiz şey henüz ortada yoktu. 1970’li yıllarda kimi siyasetçilerin diline yerleşen “ağır sanayi hamlesi” sözü bize söz konusu şeyin bir elli yıl daha ortada olmadığını göstermektedir ki; o kadar abartmayacağız, özellikle 1950’li yıllardan itibaren sermaye birikimi yapmaya başlayan ve bunu da sanayide değerlendiren bir burjuva sınıfı, dolayısıyla işçi sınıfından söz etmenin zamanının geldiğini bize işaret etmektedir.
Türkiye’de rejimin öznesi daima devlet olmuştur. Yukarıdaki paragraflarda söz ettiğimiz yüz binlerce sayfa ile ifade edilen o AB kriterleri ve müzakere belgelerinin öznesi ise sınıflar olagelmiştir. Söz konusu devlet örgütlenmesinin görevi, Türkiye’dekinden farklıdır. Demokrasiden söz ederken sınıfların uzlaşması, konsensusunu konu etmiştik. Bu karşılıklı bir ilişkiler silsilesiydi ve mutlak surette ülkemizin içinde de belli bir yerden sonra devreye girmiştir.
Bu husus çok önemlidir, üzerinden, kısaca değinerek geçemiyoruz.
Ekonomiden söz ederken kapitalizm ve sermaye birikimi dediğimiz temel kavramları atlayamayız. Doğasındandır. Türkiye’de ekonominin olması gereken özneleri çok uzun süre sermaye birikimi üretemediği için, onun yerini devlet almıştır. Sonuç olarak da bu birikimin sahibi, “belirleyicisi” de olmuştur. Bu anlamda klasik ya da modern tanımıyla demokrasinin kendisini ifade edeceği alanları daraltılmıştır. Bir dönem periyodik hale gelen darbeler de bu sürecin ürünüdür; yansımalarıdır.
Darbeler görünüş itibarıyla toplumsal kargaşayı bastırmak için gelmiş gibi gözükse de temeldeki işlevi ekonomik örgütlenmenin yeniden organize edilmesi, yapılandırılmasıdır. Sosyal olaylar bunun aracı olarak biraz fazla gözönünde tutulmuş, esas görünmesi gereken tarafı saklamıştır. Bununla birlikte son büyük askeri darbe ile kesin bir düzenlemeye gidilmiş, sermaye birikiminin önündeki diğer tüm engeller ortadan kaldırılmıştır.
Ekonomi belli bir “rasyonelliğe” (Bu kelimenin göreceli bir tarafı var. Rasyonel bir akıldan söz ettiğimizde sanki herkes için ortak bir yol bulunmuş gibi anlaşılabilir. Oysa söz konu olan, düzenin modern kapitalist ülkelerde olduğu gibi burjuva sınıfının düzenin erkini ele alması anlamında bir rasyonelliktir.) kavuşturulmuş; kalıcı ilkeler oluşturulmuş; buna bağlı olarak da Türkiye Avrupa Birliği’ne üye olmayı talep edecek kadar güçlenmiştir. Fakat burada her şey bitemiyor. Bizim kendimize göre sistemleştirdiğimiz şey Avrupa için yeterli olamıyor.
Ülkemizde çok ciddi bir yoksulluk var. Bunun temel sebebi sözünü bir kaç kez yinelediğimiz sermaye birikimi yetersizliği, nüfus artışı ile yatırımlar arasındaki potansiyel farktan kaynaklanmaktadır. Refah ülkeleri olarak tanımlanan, özellikle Kuzey Avrupa’da yaşayanlarla aramızda böylesi ciddi bir fark var.
1980’li yılların ortalarında, Cumhuriyet Gazetesi’nde İsveç ile ilgili bir yazı dizisi yayınlanmıştı. 4 milyon kişi yaşamaktaydı bu ülkede. Neredeyse ulusal gelir eşit olarak paylaşılmakta, sokaktaki adamın her birinin cebinde, bugünün rakamlarıyla, 10 bin dolar para bulunmaktaydı. Günümüzde İsveç yine 4 milyon kişi, gelir 20 bin dolar seviyelerinde olmalı. Ülkemizde ortalama rakam 3.500 dolar seviylerinde seyrederken, fiili olarak, insanların ceplerinde dokunabildikleri tutar, bunun çok çok altına kalmaktadır. Türkiye’de hâlâ açlık sınırının altında yaşam standardına sahip çok ciddi oranda insan yaşamaktadır.
İş gücünün önemli bir bölümü vasıfsızdır. Köyden kente olan göç devam ettiği için de şehirlerde yaşayan ve ekonominin içinde aktif olarak yeralan bir “kentli” nüfus kendisini ortaya net olarak ortaya koyamamıştır. Köyle ilişkisi kesilmememiş, ama şehirde yaşayan insan tarzıdır bu. Faydası, özellikle ekonomik kriz zamanlarında görülmüş; benzerlerinin diğer ülkelerde yağmaya varan açlıkla mücadele etmesine karşın, Türkiye’dekilerin kendilerini köydeki bağlarıyla ilişkilendirerek ayakta kalmasıdır.
Yoksulluk eğitimsizliği, yetersiz beslenmeyi, eninde sonunda da hayat karşısında yenik başlamayı getiriyor, doğal olarak. Sistem kendisini fırsatlar düzeni olarak sunsa da, birbirinden heyecan verici sıfırdan varolma öyküleri ile süslese de, eninde sonunda çoğunluk için kader değişmiyor.
Bugün şehirlerimizde dehşet saçmaya başlamış olan kap kaç çetelerinin kaynaklarından bir tanesi budur. Gelir paylaşımındaki adaletsizlik, bir tarafta sınırsız tüketim olanaklarının sergilenmesi, diğer taraftan da buna ulaşmada alım gücünün olmaması arasındaki potansiyel enerji farkı şiddetle kinetik enerjiye dönüşmektedir.
Avrupa’da da yok mudur? Paris’te insanlar sokaklarda isyan bağrağı açmamış mıdır? Evet açmıştır. Konu farklı öznelerle işlense de temelde dayandığı yer benzerdir. Bununla birlikte Avrupa’daki böylesi şiddet kalkışmaları, her zaman demokratik bir algılama sisteminin içinde değerlendirilmiştir. Sadece bir örnekle ne demek istediğimi anlatmaya çalışacağım.
1968 yılını yaşamayanlar da bilirler. Gençlik isyan bayrağını çekmiş, özellikle Paris’in altını üstüne getirmiştir. Peki ne olmuştur? Kısa bir süre sonra o şiddetin içindeki kinetik enerji, kontrol altına alınarak, düzenin içinde faydalı işlere yönlendirilmiş, isyan bir anda gelişimin itici gücü haline gelmiştir. Türkiye’de buna benzer kalkışmalar, enerjisi ile birlikte yokedilmiştir. İsyan edenlere hain gözüyle bakılmış, ne dediği dinlenmemiştir bile.
Bugün yaşadığımız çarpıklığın içinde de benzer sinyaller gelmektedir. Şu bir gerçek ki; kapitalizm için bir sermaye birikimi gereklidir. Yineliyoruz. Sermaye burjuvazinin elinde yatırımlara dönüşmek üzere toplanacak, o da bunu istihdam yaratacak şekilde kullanacaktır.Bu istihdam yepyeni bir sermaye birikimine dönüştürülecektir. Devlet de bu ilişkiler ağı içinde sosyal kurumların işlerliğini sağlayacak, çeşitli yol haritaları ve programlarla yön verecektir. Sermaye birikiminin bir bölümünün, toplumun refahı için paylaşılması gerekir. Buradaki denge, yukarıda sözünü ettiğimiz toplumsal sorunlara dönüşmeden kurulmalıdır.
Türkiye bu yapısıyla Birliğe girmeye uzaktır. İnsanlarımıza, yoksulluktan kurtulmak için Avrupa hedefi koyarak onları yanıltamayız. Bu işi anlaşılmaz hale getirmekte, en başta sözünü ettiğimiz “Avrupa Birliği Evrimi” modeline zıt bir durum ortaya çıkmaktadır. İçte rasyonalizasyon yapmadan, dışa bağımlı hale gelmemeliyiz.
Entegrasyon
Bizi bize anlatmaya daha fazla gerek yok sanırım. Panoramamız ortada zaten. Avrupa ile entegrasyonumuzda bizi engelleyen iki temel hususu konuşuyoruz. Türkiye hem demokrasi konusunda olsun, hem de ekonomi konusunda olsun, girmek istediği toplulukla çok ciddi temel görüş farklılıklarına ve seviyelere sahip.
Avrupa Birliği sürecinde, onların bize şüpheyle baktığı en temel nokta yukarıda yazdığımız ilişkiler bütünü içinde olmaktadır. Sermayenin niteliğine şüpheyle yaklaşan Avrupalılar, bunun ahlaki bir temele oturtulmasını, şeffaflaşmasını talep etmişlerdir. Son yirmi yıldır, Türkiye “kara para” sermaye birikiminden, rasyonel sermayeye geçiş aşamasındadır. 2001 Şubat krizinden sonra bu süreç hızlandırılmıştır.
Konu uzun ve üç sayfanın içinde özetlenecek gibi değil. Bununla birlikte ekonomi ile demokrasi arasındaki ilişkinin de altını çizmemiz gerekiyor. Şurası gerçektir ki, demokrasiler sağlam ekonomik temeller üzerinde yükseliyor. Bu sonradan hangisi önceydi belirsizliğine dönüşecek bir ilişkiler sistematiği. Akılcıl hamlelerle mevcut varlığınızı değerlendirmek ve herkesin bir arada yaşayabileceği bir birliktelik yaratmak durumdasınızdır.
İnsanlarınızın mutsuzluk enerjisi ürettikleri yerden, huzurlu bir varoluş, gelenek yaratabilmek mümkün değildir.