Avrupa Birliği Sürecinde Türkiye; EĞİTİM


Geleneksel ilkelere bağlı kalarak üniversiteye öğrenci yetiştiren bir okuldan mezun olduktan bir süre sonra edebiyat öğretmeni olarak geri dönen Mr. Keating sınıfın ön kapısından girip, ıslık çalarak sıraların arasından kat edip, öğrencilerin şaşkın bakışları ve tebessümleri arasında arka taraftan dışarı çıkar. Peşinden kimsenin gelmeyeceğini bildiği için, geri dönüp, kendisini izlemelerini işaret eder.

Mekân, okulun ilk kuruluş yıllarından itibaren sportif başarılarının, eski öğrencilerin fotoğraf ve kazanılan kupaların sergilendiği giriş kapısının sağ ve solunda yer alan camekânlı serginin hemen önüdür.

Kimler gelmiş, kimler geçmiştir. Gencecik yüzler, şimdi muhakkak toprak olmuşlardır. Ama biraz onlara doğru yaklaşırsak, bize bir şeyler fısıldayacak gibi duruyorlardır, sanki. Keating, öğrencilerine yaklaşmalarını söyler. Kendisi de hemen arkalarında duruyordur. Ruhlar âleminden geldiği kuşku götürmez çok kısık, hırıltılı, derin bir ses duyulur:

Car..pe… Carpe diem!

Mr. Keating sonu trajedi ile biten alışılmadık öğretmenlik günlerinin ilk dersini “günü yakala” mesajını işleyerek vermişti. O gün bir daha gelmeyecek, yaşanmayacak, sonraya ertelediğin her şey öldüğünde yaşanmamış olarak kalacaktı.

Gününüzü olağandışı yapın!

Bize ne kadar yabancı, değil mi? Haksızlık etmeyelim, filmdeki okul için de yabancı bu kavram. Okul müdürü “başarısı kanıtlanmış!” okul müfredatının dışına çıkılmasını gereksiz ve tehlikeli buluyordur.

Eğitim! Öylesine zor bir alandır ki, gencecik beyinlere bir şeyler öğretebilmenin sistematiğini kurmak. Hepimiz bugün çocuklarımızın oturduğu sıralardan geçti. “Başarısızlığı kanıtlanmış” yüzlerce yöntemin mirasçıları olan bugünün öğretmenleri, belki güçlerinin yetmediğinden, belki vizyonlarının buna izin vermemesinden, mutlak suretle de yetiştirilme alışkanlıklarından gelenekselin ötesine geçmiyorlar ve çok yazık ediyorlar.

Fakat günümüzde eğitim konusu eskisi gibi “eti senin, kemiği benim” yöntemleriyle devam ettirilemiyor. Öğretmenlerimiz çok daha zor günler yaşıyor, çünkü artık farklı, uzlaşmaz ve gelenekseli reddeden bir nesil var karşılarında.

Konu başlığımızın çok uzaklarına gitmeden devam edelim.

Türkiye’de 10 milyon aileyi ilgilendiren bir tekstil sektöründen söz edilmektedir. (İçinde yaşadığımız gerçeklikler maalesef sayısal verilerle değerlendiriliyor. Örneğin, siz bir eser ortaya çıkarıyorsunuz. Yayınevinin kapısını çalıyorsunuz, o buna meta gözüyle bakıyor. 1000 adet satamayacağını biliyorsa, ilgilenmiyor. Yeni milenyum birçok şeyi değiştirecek patlamalara gebe gözüküyor; ama şimdi değil.) Çok büyük bir rakam olduğuna şüphe yok. Üstelik 1998 yılından itibaren de sürekli ivme kaybeden bir gelişmeyle, çok daha ciddi krizlere gebe olduğundan, toplumsal bir sorun gibi de gözükebilir bu husus.

Eski Türk filmlerinde genç kızlar bir fabrikaya çalışmak için girdiklerinde sahneye hemen iplerin sarıldığı tezgâhlar gelirdi. Tekstil bu nedenle çok önemli. Çünkü eğitimini yarıda bırakmış, elinde vasfı olmayan kişilerin kendilerini çaresizce attıkları vahalardır bu atölyeler. On milyon aile, yarın çok büyük bir krizde büyük bir ihtimalle toplumsal sorun olarak karşımıza çıkmaya adaydır.

Neden yazıyoruz bunu? Altı çizilmeye çalışılan şey nedir?

Türkiye’de sanayi çok çarpık gelişti. Bununla ilgili olarak geçmiş sayılarımızda yazılarımız mevcuttur. (https://uzaygokerman.org/2012/11/10/istanbul-siluetine-yerlestirilmeye-calisilan-dubaili-kuleler/) Kentsel planlama yapılmadığı gibi, sanayi ile ilgili de planlamalar hiç bir zaman rasyonel bir şekilde ortaya koyulmadı. Hepsi zincirleme birbirini tetiklediği ve etkilediği için, insanların yetiştirilmesinde ve eğitiminde de çok pragmatist yöntemlere başvuruldu. Köy Enstitülerini genç cumhuriyetin yararlı, rasyonel girişimleri olarak değerlendirebiliriz. Gerçekçidir. Türkiye, uzunca süre buralardan mezun olmuş insanların katkılarıyla yol aldı. Ama yetmedi, yetemezdi de. Çünkü üniversite dediğimiz şey başka bir rasyonalitedir.

Her ülkenin kültürü birbirinden farklıdır. Nesnel ve öznel koşullar belirler bunu. “Bak onlar yapmış, biz niye yapamayız ki?” demek matematiksel bir formül gibi daima iki tarafı eşitlemez. Ama bir bakış açısı, ilham verebilir.

Örneğimiz, Japonya… Japonya’nın gelişimi için “son elli yılda olmuştur,” denir; ama 1940’lı yıllarda sahip olduğu savaş uçağı ve gemisi yapım teknolojisi görmezden gelinir. Japonya’da çok köklü bir gelenek vardır ve bu gelişmeyi engelleyen durum yaratmamaktadır. Geleneklerden kaynaklanan disiplin ile planlı eğitim sistemine geçildi. Optik konusunda bu kadar ileri gitmelerinin altında çok ciddi bir akıl vardır.

Optiğin ne kadar önemli olduğunu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz sanırım. Türkiye’de uzunca bir süre otomobil motoru yapılamaması, krank – biyel – silindir mekanizmasında 90 derecelik gelme gitme açısının mevcut ölçü aletleriyle tam olarak oturtulamamasından kaynaklanıyordu. Düşünün elinizde bir takım metreler var ve siz bu metrelerle endüstride birbirini tamamlamaya çalışan yan sanayilerde parça üretiyorsunuz ve bunlar bir araya geldiklerinde birbirleriyle uyumlu çalışamıyor, ölçü farkları yüzünden…

Bugün karşımıza çıkan tüm sorunların, kentleşme, demokrasi, ekonomi ve elbette eğitim, arkasında ciddi bir plansızlık vardır. Ve bunlar bir takım politikalara dayanmaktadır.

On milyon insanımız tekstil sektöründe kaderlerini beklemektedir. Neden? Çünkü bu insanlar zamanında onları daha vasıflı hale getirecek bir eğitimden geçmemişlerdir. Kelimenin tam anlamıyla yama yapılmışlardır.

Peki, bu sonuçtan yola çıkarak, bugün neler yapılmaktadır? Eğitim sistemimiz ileriye dönük yatırımlara başlamış mıdır? Avrupa Birliği’ni kucaklayacak bir vizyonumuz var mıdır? Dahası onlarla baş edebilecek bir planımız, programımız?

Birçokları, Avrupa Birliği’ne üye olan, zamanında bizim durumumuzdaki Portekiz, İspanya ve Yunanistan örneğine bakarak, Birliğin çeşitli fonlarla ülkemizin gelişmesine ekonomik katkı yapacağını düşünmektedir. AB, işimizi her adımda biraz daha zorlaştırıyor oluşundan matematiksel olarak denklemin aynı şekilde kurulmayacağını göstermektedir. Muhtemelen bu üç ülkeye yapılan yardımların benzerleri bize yapılmayacak ya da fazlasıyla kısıtlanacaktır. Çünkü AB bundan on beş sene önceki sınırlarının iki misli büyümüştür. Daha fazla sorunu, düşünmesi gereken derdi vardır. Geriye tek bir şey kalmaktadır. Bizim kendi dinamiklerimiz! Doğru olan yöntem de budur zaten.

Eğitim sistemimiz bizleri düzenin bir taraflarına serpiştirme üzerine kurulmuştur. Üniversite kapılarına yığılan insan sayısının her geçen gün artıyor oluşundan tek bir şey çıkmaktadır, bu insanlara alternatif yaşam alanları bir türlü yaratılamamaktadır.

Peki, bütün bunlar bilinen şeyler ve hepimiz az çok ne olduğunu görebiliyoruz. Fakat çözüm bulamıyoruz. Ne yapacağız?

Süreç durmuyor elbette. Su, yolunu buluyor. Özellikle sanayinin itici güçleri olan şirketler, kendi üniversitelerini kurarak, buralarda ileriye dönük çalışmalar yapıyor olmalılardır. Bununla birlikte özel olan her şey nedense pahalılıkla eşdeğer anılır oluyor. Buradan, “parası olana eğitim, sağlık ve fırsat var”a dönüşen bir anlayış yaygınlaşıyor. Böylece pastanın önemli bir dilimi sınırlandırılmış olanaklardan payına düşeni bekler oluyor. Bu da tahmin edileceği gibi çok da tatmin edici değil. Fransa’daki gelişen şiddet olaylarını irdelerken, bazı önemli şeylerin altını çizmiştik. (https://uzaygokerman.org/2012/11/10/bastile-dogru-mu/)

Türkiye yarı feodal yapısının her zaman zararını görmedi. Birçok krizde bu yapı insanların açlıktan şiddete başvurmasını önledi. Kırsalla ilişkisi kesilmemiş insanlar, şehirlerde yiyecek ya da başka bir şey bulabildiler. Feodal bağlar insanları bir arada tutabildi. Bununla birlikte bugün bazı sektörlerde oluşabilecek krizlerin etkileri daha büyük boyutlarda hissedilebilir. Belki bir iki ay sonrası için değil; ama bir kaç yıl ötesine hazırlıklı olmanın faydası vardır. Çünkü feodalite de kırılmıştır.

Başa dönelim. Eğitim ne için vardır? İnsanoğlunun neye ihtiyacı vardır? En başta insan olarak kalmaya elbette. Biz eğitim olayını hep “aman bir sanat öğrensin” mantığı çerçevesinde değerlendirip, meslek okullarını alternatif gösterdik. Oysa bu değil.

Dünyanın birçok yerindeki insanlar yaşamlarını sürdürebilmek için bir şekilde kendilerine “meslek” ediniyorlar. Champs-Elysees Caddesinde kestane satan göçmenlerin, metro giriş çıkışlarında müzik yapan, fast foodlar, cafeler ya da restaurantlarda kasada duran, sipariş alan, mutfakta pişirme ocaklarının başında yiyecek hazırlayan, bulaşık yıkayan veya seyyar satıcılık yapan gençlerin “bir işi” var gözükmektedir. Türkiye’de benzerlerini görüyoruz, yaşıyoruz ya da bu aşamalardan geçiyoruz.

Ama daha fazlasına ihtiyaç duyduğumuz da bir gerçeklik. Avrupa’nın içine yamanmış bir ülke olmanın ötesine geçebilmenin ön koşulu üreten, yaratan, geliştiren ve yeniden dönüştüren; kültür sanattan tutun, teknolojiye, iş dünyasına; hayatın karşısında dik durabilen, uluslarası ilişkilere hâkim, kendinden sonra gelecek kuşaklara devredeceği birikimlerin mirasını koruma bilincine sahip, kısacası düşününen “bireyler” yetiştirmekten geçmektedir. Ve bu elbette ciddi bir projedir; planlama gerektirir; umuyoruz ki bu çalışmalar çok zaman önce başlamış olsun!

Altını şiddetle çizeceğimiz bir diğer husus, insanca yaşama yetisini ve doğasını kaybetmeden, günün değerini göz ardı etmeden, seçerek, isteyerek mutlu yaşayabilmektir de. Makineler bizim araçlarımızdır. Bizler makine değiliz. Bu nedenle programları ve planları bizler yaparız, “programlanan varlıklar” olamayız. Bir ruhumuzun olduğunu, onu unuttuğumuzda en derin mutsuzlukları yaşadığımızı, ne yapacağımızı bilemez hale geldiğimizi unutmamalıyız.

Bu yazı İndigo Dergisi Mart Sayısında yayınlanmıştır.

http://arsiv.indigodergisi.com/arsiv/uzay_egitim_06.htm

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: