17 Aralık’ta Yargı, Hükümeti ve etrafındaki sermaye gruplarını hedef alan bir operasyon başlattı. Kısa sürede bunun “AKP-Cemaat kavgası” olduğu anlaşıldı. Yargı’nın 14 aydır bu operasyon için gizli bir çalışma yürüttüğüne bakılırsa, eğer merkezinde bir kavga, çatışma, restleşme varsa 14 aydan önceki bir zamana kadar sürecin uzamış olduğu sonucunu çıkarabiliriz.
Her zaman olduğu gibi bilgiden değil, sonuçlardan hareket ederek gerçeğe ulaşacak bir yerdeyiz.
Hükümetin 17 Aralık Operasyonuna tepkisi bir hafta gecikmeli olarak geldi. Adı karışan bakanlar ya istifa ettirildi ya da görevden alındı; ancak kılıfı hazırdı, ‘zaten kabinede bir revizyon olacaktı.’
İdari olarak emniyette, yargıda ve bir çok kilit noktada görev yapan kişilerin yerleri değiştirildi, yeni atamalar yapıldı.
Savcıların kritik hareketlerinin izlenebilmesi için Danıştay’ın (Başbakan elinde olsa Danıştay’ı da yargılar mı, bu isteği var mı bilmiyoruz) yürütmeyi durdurduğu bir ‘yönetmelik’ çıkarıldı.
Son olarak da operasyonların merkezindeki savcı görevden alındı; ikinci dalga için emniyete (gazetelerde jandarmaya da bir davet yapıldığını görüyoruz) gönderdiği ‘talep’ yetkililerce işleme koyulmadı, uygulanmadı.
HSYK ‘Emniyetin bu tutumunun Anayasa ihlali olduğunu’ açıkladı.
Başbakan “elinde yetki olsa HSYK’yı yargılayacağını” belirtti.
Sürecin herhangi bir noktasında normal hukuk devleti formatında bir işleyiş bulabilmek mümkün değildir.
Başbakan, Ergenekon, Balyoz, Odatv, 3 Temmuz, KCK vb. operasyon ve davalarda destek verdiği yargı mekanizmasını şimdi ‘paralel devlet oluşumu’ olarak göstermeye çalışıyor.
Oysa bu dava süreçlerinde operasyona uğrayanlar da benzer tepkiler göstermişlerdi; uzun tutukluluk süreleriyle özgürlükleri ellerinden alınmıştı.
Başbakan o tarihlerde Ergenekon soruşturmasının savcısı olduğu yönündeki eleştirilere şöyle cevap veriyordu.
“Savcı millet adına vardır, biz de millet adına hakkı aramanın hakkı savunmanın gayreti içindeyiz, eğer bu anlamda savcılık ise evet savcıyım” (http://haber.gazetevatan.com/Haber/189246/1/Gundem)
Sn. Erdoğan hukuk sürecine ilişkin dönemin CHP lideri Baykal’a şu şekilde sesleniyordu.
“Ana muhalefet partisinin lider ve sözcülerinin son günlerdeki gayretkeşliğini tarih kaydetmiştir. Millet bunları da kaydetmiştir. Hukuki süreç henüz işlerken demokratik siyasi sürece darbe vurma iddiasıyla soruşturulan illegal yapılanmaların avukatlığına savunmak ancak demokratik hukuk devleti anlayışına inancı zayıf olan bir siyasi anlayışın alkışlanmasıdır. İktidarı yıpratmak uğruna bindiği dalı kesen, içinde bulunduğu gemiyi batırmaya çalışan siyasetçi tipi, soruyorum sizlere, bu millete ne verebilir.” (http://haber.gazetevatan.com/Haber/189246/1/Gundem)
Şimdi roller değişmiş, Başbakan aynen Baykal’ın kendisine söylediği sözlerle meydanlarda kendini, partisini ve soruşturmaya uğrayanları savunmaktadır.
Ne değişmiştir?
Eğer ortada paralel bir yapılanma, çeteleşme, illegal kadrolaşma varsa bu 2007’den itibaren süren davaların niteliğini, içeriğini, usulünü ve esasını da etkilemez mi?
Yargı o zaman doğru yapmıştı da şimdi neden bir yanlış içine girmişti?
Doğru ve yanlışı nasıl ayırt edeceğiz?
Anayasal olarak üç birbirinden bağımsız ve güç merkezi olan Yasama, Yürütme ve Yargı sac ayağının birbirleriyle olan ilişkisi evrensel kaidelerle belirlenmemiş midir?
Yürütme’nin elinde nasıl bir güç olabilir de Yargı’yı yargılayacak bir yere gelebilir?
Bu cümleyi sarf etmek bile başlı başına tehlikelidir.
Ayrıca bunun hesabının sandıkta sorulması veya yetki alınması gibi bir süreci başlatmak da evrensel hukuk ilkeleriyle bağdaşmamaktadır.
Evrensel hukukta temel ilkeler sandıkta oy hesabının içine çekilemezler veya oyla değiştirilemezler. Demokrasi sandıkta fazla oyu alan kişinin yasaları istediği gibi eğip bükebilmesi yetkisini alması şeklinde anlaşılması asıl demokrasinin idrak edilmediğini açık ve net ifadesidir.
Öyle olsaydı büyün kritik davalar referandumla sonuçlandırılırdı.
Buraya kadarki kısım yürütmeyle ilgiliydi; taraflardan bir diğeri yargıya ait de ortada çok önemli tespitler bulunmaktadır.
Yürütmenin en tepesindeki kişi yargının içinde devleti tehdit eden bir örgütlenme olduğunu ifade ediyorsa ve ifadenin karşılığı olan şey 2007’den bu yana süren davalarda tekrarlanmış, arkasında önemli bir kamuoyu desteği almış bir gerçeklikse, herşey bir yana ortada oluşan algıdan hareketle, “Cemaat” olarak ifade edilen yapı tarafından kontrol ediliyor ve yönetiliyorsa tehdit tahmin edilenden de büyüktür.
Hele bu operasyonun dershanelerle ilgili hükümetin tutumu nedeniyle başlatıldığı yönündeki iddialar tehlikenin boyutunu daha çok derinleştiriyor.
Çünkü ortaya bir başka “hesap” giriyor.
Peki burada bizim duruşumuz neresi olacaktır?
Yargının gösterdiği tabloya göre yolsuzluk içindeki hükümet/siyaset mi, yoksa kadrolaşmasını tamamlamış ve hemen herkese istediği operasyonu yapacak ve iddiaya göre cemaatin güdümündeki yargı mı?
Bu sorunun içindeki genellemede ne siyasetin tamamını ne de yargıyı toptan aynı terazinin içinde karşılaştırmıyoruz.
Elbette işini yapmaya çalışan kişiler, kurumlar ve yapılar bu sürecin içinde eşyanın doğasına uygun şekillerde varlıklarını da sürdüyorlardır.
Özellikle ana muhalefet partisinin yargıyı destekleyen ve ona arka çıkan tutumu fazlasıyla omurgasız ve altyapısı zayıftır.
Ana muhalefet bu yazının içinde de adı geçtiği gibi Ergenekon (Balyoz, Odatv vb.) Davası’nda Başbakan’ın savcı rolü karşısında sanıkların avukatı olmayı tercih etmiştir.
3 Temmuz Operasyonunda çoğunlukla tarafsız kalmış sürece hiç müdahil olmamıştır. Fenerbahçelilerin yükselttiği eylemsellik ve haklılığını ispat etme kitleselliğini görerek davanın sonlarına doğru tavrını Fenerbahçe’den yana koymuştur.
CHP, 3 Temmuz sürecinde yaşanan bir dizi hukuksuzluk karşısında doğru duruş sergileyebilseydi belki bugün iktidar sahipleri tarafından eleştirilen bu yapısına dair daha o günden gerekli önlemler alınabilirdi.
17 Aralık Operasyonu sürecinde yeni yeni tartışılan bir konu da 3 Temmuz sürecinde özellikle Başbakan’ın operasyona karşı tutumunun yargıda olumsuz bir hava yarattığıdır.
Bu bile başlı başına sıkıntılı bir durumdur.
CHP’nin sürekli şekil ve taraf değiştiren duruşu bize yepyeni bir ufuk açmaktadır.
Demek ki evrensel hukuk kurallarının eksiksiz, kesintisiz, herhangi kuruma, siyasete, zümreye, ekibe bağlı olmadan özgürce işini yapmasının gerekliliği ön plana çıkmaktadır.
Burada bir duruş sergilenecekse bugün gündemde olan iki kavgalıdan birini değil, nerede bir sorun varsa üzerine gidip, çözecek ilkeli, bağımsız, sarsılmaz ortama ve şartlara göre değişiklik yaratmayan duruşu göstermek esastır.
İlk taşı atabilmek için aynı zamanda o günahların da içinde olmamak gerekiyor.
—
Uzay Gökerman