Çok üzgünüm ve kırgınım.


Bir hafta önce, 6 Şubat sabaha karşı merkez üssü Kahramanmaraş ile Gaziantep arası bir lokasyonda 7.7 şiddetinde deprem meydana geldi. Üzerinden 9 saat geçmemişti ki 7.6 şiddetinde bir ikincisi geldi ve vurdu.

10 şehirde hayat bir anda değişti; alt üst oldu.

Yıkıldı.

Enkaza dönüştü.

Biz batıda yaşayanlara da enkazın travması düştü.

Daha çok panik duygusundan beslenen refleksle kendimize şu soruyu sorduk; ne yapabilirim?

Böylesine büyük bir felaketin sebep olduğu derin acının karşısında ne yapabilirdik?

Bir an önce oraya gitmeliydik. Gidemiyorsak bir taraftan orasının ihtiyacı olan yardımı örgütlemeli ve bizzat da elimizde ne var ne yok paketleyip göndermeliydik.

Peki biz bunu niye yaşadık?

Bir hafta önce bu soruyu soracak halde değildi zihnim. Öncelikler vardı.

Ama bu sabah, 13 Şubat Pazartesi günü sosyal medya hesaplarına düşen vefat haberlerini okurken hissedebildiğim tek şey üzüntü oluyor.

1975’ten bu yana şahit olduğum kaçıncı büyük deprem?

Hepimiz üzerinde travmatik sonuçlar bırakan 1999 Depremi sırasında ve sonrasında da aynı tepkileri vermiştik.

“Bundan daha büyük bir afet olabilir miydi?”

Deprem sabahı İzmit’te bir ankazın başındaydım.

Eşimin kuzeni Deniz, eşi ve küçük bebeği göçük altında kalmışlardı.

Enkaz başında acının nasıl tarif edilmez amorf bir şekil aldığına hem şahit oluyorsunuz hem de yaşıyorsunuz.

Bir felaket filmini anımsatan o günü hiçbir zaman unutamadım. 

Önünüzde her geçen dakika daha da büyüyen, ulaşılmaz hale gelen büyük bir yıkım duruyor, altında onlarca beden yatıyor; birkaç ay önce ev ziyareti gerçekleştirdiğiniz, çok sevdiğiniz birlikta zaman geçirdiğiniz, düğününde karşılıklı oynadığınız, bebeği olduğunda koşarak gelip tebrik ettiğiniz yakınlarınız olduğunu biliyorsunuz.

Ancak elinizden hiçbir şey gelmiyor.

Çaresizlik içinde önce etrafı izliyorsunuz.

Bir tarafta belden aşağısı enkazın içinde kalmış bir depremzede görüyorsunuz. Maalesef artık hayatta değil. Oradaki diğer depremzedelerle yaptığınız sohbetlerde bu kişinin birkaç saat önce yaşadığını, konuştuğunu öğreniyorsunuz.

Sonra siz kendi umudunuza yaslanarak, Deniz’e, ailesine, küçük bebeğine ulaşmak için enkazda onların bulunduğunu kestirdiğiniz başka bir tarafına yöneliyorsunuz. 

Nereden başlamak gerekiyor? Doğru yer hangi tarafta?

Çıplak ellerinizin arasında ufalanan irili ufaklı beton parçalarını sağa sola atmaya başlıyorsunuz.

Öğleye doğru bir kutu ve içinde beyaz bir gelinlikle karşılaşıyorsunuz.

“Dolabında saklıyormuş” diye içinizden geçirirken bir taraftan da sarsaılarak ağlamaya başlıyorsunuz. 

Gözyaşlarınız damla damla beton tozunun üzerine düşüyor, iz bırakıyor.

O ana kadar ağlamadığınız için bu ilk tepki güçlü yaşanıyor.

İyi geliyor. İnsan acısını içine atmamalı; yaşayabilmeli. Etrafında buna saygı göstermesi, anlayışlı yaklaşması çok önemli.

Kişi acısını yaşamalı, tepkisini göstermeli ve diğerleriyle güçlü bir şekilde paylaşalabilmelidir!

Deniz’e ait bir şeyler çıkmaya başladıkça bir an önce ona ulaşma arzusu da güçleniyordu ve daha motive bir çabayla yıkıntıya saldırıyordunuz.

Bir bina nasıl bu hale gelebilir? 

O günden hatırladıklarım betonun kum gibi ufalandığı ve demir diye birşey bulunmadığıydı. Sanki kolonsuz bir bina yapmışlardı.

Enkazın içinde tanıdık bir fotoğraf karesi çıkıyor.

Tanıyorum bu kişiyi, Deniz’in halası yani benim de hiç görmediğim, yıllar önce öğrencileriyle birlikte geçirdiği trafik kazasında vefat eden, eşimin annesi. 

Yıkımın size neler yaptığını, hissettirdiğini anlatmak için bu detayları yazıyorum. 

Biraz ötede başka bir aile fotoğrafı çıkıyor; yanlış hatırlamıyorsam, Deniz’in evlendiği güne ait, eşiyle birlikte çekilmiş bir stüdyo karesi. 

Yanımda Deniz’in erkek kardeşi Atila da var. Ara sıra “Deniz, Deniz…” diye sesleniyor. Bir karşılık duymak, umutlanmak istiyor. 

Cevap yok!

Enkazın başka bir yerinden canlı biri olduğu bilgisi geliyor. Hepimiz o tarafa koşuyoruz. 

Burada çalışan kişilerin ellerinde araç gereçler de var. Araç gereç diyorsam; kazma, balta, kürek, balyoz ve demir makası… O kadar değerli ki… Önce enkazın altındaki bu canı çıkaralım, sonra bu aletlerle Deniz’i kurtaracağız, diye düşünüyorsunuz.

Öğleden sonra bir de vinç geliyor ama bir süre sonra kullanılmamasına karar veriliyor. Çünkü vincin kaldırmaya çalıştığı parçalar enkazın kontrolsüz bir şekilde yer değiştirmesine ve hayatta olanların yaşam üçgenlerine zarar vermesi ihtimaline karşı durduruluyor. 

Birkaç saatlik yoğun çalışma karşılığını veriyor; enkazdan genç biri çıkıyor ve koşarak uzaklaşıyor. 

Bu umut işte!

Demek enkazdan canlı çıkmak mümkünmüş.

“Hadi Deniz’i de çıkaralım.” 

Uğraşımız tüm gün sürüyor. Kitaplar, porselenler, oyuncaklar, çatal bıçak takımları, şimdi ne olduğunu hatırmayamadığım bir müzik aleti çıkıyor yıkıntıdan ama Deniz’e ulaşmak mümkün olmuyor. 

Acaba burada değil mi? 

Evin bir başka tarafında mı?

Yanlış bir yerde mi arıyoruz? 

Ama yatak odasındayız. Biraz önce giysi dolabına ulaştık. İçinden ona ve eşine ait giysiler, eşyalar bulduk. 

Atila da biliyor, tanıyor eşyaları, giysileri…

Burada bir yerdeler… Depreme yatakta yakalanmış olmalı…

Ya bebek? O yanlarında mı yoksa kendi odasında mı? Deprem anında bebeklerinin yanına koşmuş olabilirler mi?

Sadece yazdığım düşünce değil bunlar; o gün enkazın başında çalışmaya katılanla birlikte yaptığımız konuşmalar aynı zamanda.

Enkaz öylesine biçimsiz ve yönü kestirilemez ki… Yatak odası bir başka odanın içine karışmış olabilir. Üst üste duran kirişler var ve kaçıncı katta çalıştığınızı her seferinde karıştırabiliyorsunuz. 

Kirişler işinizi zorlaştırıyor çünkü içinde donatı var. Hem betonu kırmak hem demirleri kesmek gerekiyor .

Zayıf bir yerden betona balyozla vuruyorsunuz. 

Beton o kadar niteliksiz ki hemen dağılıyor. Abartmıyorum, dramatikleştirmiyorum, gerçek bu. Zaten binanın yıkılmasının nedeni de bu olmalı…

Telefon çekmiyor. 

Mesaj atamıyorsunuz, gitmiyor. 

O zamanlar internet falan yok bu arada. WhatsApp, instagram, twitter bilmiyoruz. Telefonlarımız fotoğraf dahi çekemiyor. Bu nedenle güne dair tek bir kare yok elimde. 

Kimseye haber ulaştırmak ve almak mümkün değil. 

Öyle bir şansım olsa belki o gün İstanbul’dan daha fazla yardım isterdim. 

Ama yok. 

Çaresizlikten başka bir şeye sahip değilsiniz. 

Akşama doğru beton tozlarının arasına karışan birkaç tutam saç beliriyor. Uzun, kıvırcık… 

Biraz sonra da… 

Her deprem olduğunda hatırladığım bugünden bir paylaşım yapmak istedim. 

Pazartesi sabah uyandığımda bu yaşanmış acı tecrübe tüm benliğimi tekrar kuşattı. 

Her enkazın başında olduğumu ve orada bir yakınım bulunduğunu, ona ulaşmak için çaresizlik içinde yardım beklediğimi iliklerime kadar hissettim. 

Sosyal medyaya düşen her bir fotoğraf bu duyguyu besledi. 

İstanbul’da bilgisayar başında öylece oturmak ve hiçbir şey yapmaksızın olan biteni izliyor olmak aslında bir tarafıyla insanı küçülten ve kendine karşı da acımasızca “sen ne işe yararsın” diye sorgulatan bir durum. 

Aynı zamanda kişiyi kilitleyen, içine doğru soğuran bir duygu hali. 

Çaresizlikle büyüyen bu durumda insan sadece hislerini yaşamak ve paylaşmak istiyor. 

Acı herkeste farklı tepkiler biçiminde kendini gösterebilir. Kimi saldırganca konuşmaya, suçlu aramaya çalışır, kimi sessizce bir köşede bekler, bir başkası gidip bir yardım örgütlenmesinin içinde koli bantlar, sonra tıra yüklenmesine yardımcı olur; bir diğeri sosyal medyada yardım örgütler, ihtiyaçları belirlemeye ve bunu duyurmaya çalışır. 

Biz şu günlerde bunu yapıyoruz. 

Mesela ben suçlu aramak istemiyorum bugünlerde… Ne olduğunu çok iyi biliyorum ama benim önceliğim bu değil; kimbilir bizi ne zaman, nerede yakalayacak belirsiz o deprem gerçeğini düşünüyorum.

Kimse hiçbir şey olmamış gibi hayata devam etmemizi bekleyemez. Çünkü 6 Şubat gününün öncesine dönmek artık mümkün değil. 

Deprem bazı duyguların da üzerini kaldırıyor.

Çok daha geniş kalabalıklara yayılan merhamet, şevkat, anlayış bekliyorsun. 

İçimiz acıyor. Yaramız var. Belki göçük altında kalmadık ama bizim de duygularımız, ruhumuz sarsıldı, savruldu. 

“Hepimiz zor durumdayız!”

Gerçek olan bu.

Çaresiz kaldık işte. Sen de o da öteki de!

Ama birlikte başaracağız. Altından kalkacağız.

Hadi…

Devletin gücünü sahada görmek istiyoruz.

Tehdit edilmek istemiyoruz. 

Özgürlüklerimizin kısıtlanmasını istemiyoruz. 

Anlaşılmayı bekliyoruz. 

Anlayışsızlıkla yüzleşmek değil!

Daha fazla ortak olma, paylaşma ve bu şekilde duygularımızı tamir etme derdimiz var. 

Ülkenin bir yerinde olan her ne ise canımızı çok yakıyor.

Sen benden ya da ben senden daha önemli ya da ülkeyi daha çok seviyor değiliz.

Kimsenin diğerinden daha fazla ne önceliği olabilir?

Ayrıca her şeyin de farkındayız.

20 küsür sene önce ile sonrası arasında geçen sürede nelerin olduğu ve olmadığını biliyoruz.

Biz bu felaketi neden yaşadık?

Yıllarca bize karşı büyüklük gösterisinde olanlar, para ile caka satanlar, kibir gösterisinde bulunanların oralarda veya buralarda nasıl çalışmış olduklarının göstergesidir deprem sonrasındaki bu enkaz.

Çok üzgünüm ve kırgınım.

Bu bir kader, mukadderat değil ve ben bir daha aynı çaresizliği yaşamak, acıyı hissetmek istemiyorum.

Artık her şey değişmeli. Bugüne kadar doğruymuş gibi yapılan her şey!

Çünkü doğru değilmiş işte. Ne kadar basit, kırılgan ve korumasız olduğunu öğrenmek için bir büyük afete daha ihtiyacımız olmamalı.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: