Yaklaşık 20 yıl arayla ikinci kez okumamı tamamladım. Haçlı Seferlerine ilgimi büyüten eserlerden biri olan bu kitabı uzun süredir tekrar elime almak, unuttuğum yerlerin üzerinden geçmek istiyordum.
İlk okumamı Telos Yayınlarından yapmıştım, ikincisi için Yapı Kredi Yayınlarından çıkan yeni baskıyı tercih ettim. Farklı baskı ve çevirileri okumanın daha iyi bir deneyim olduğunu düşünüyorum.
Amin Maalouf’un “kimlik” sorunsalını uzun zamandır ilgiyle takip ediyorum. Bu durumun onun kişiliği üzerinde nasıl parçalayıcı bir etki yaptığını gözlemlemek, her yazdığı eserde bu vurgunun merkeze alındığını fark etmek, yazarın samimi paylaşım ve dışavurumlarının arasında “ötekinin” duygusunu hissetmek özellikle çağımızın “kimlik” açmazını daha iyi anlamamız açısından okuyucusuna yardımcı oluyor.
Kitabın hem böyle bir tarafı var hem de 1000 yıllık Ortadoğu tarihine dair ileriye dönük ilham verici bir projeksiyona sahip.
Amin Maalouf, köklerinin yaşadığı Arap diyarına yönelen Frenk saldırganlığını yine bir Arap varoluşu çerçevesinden değerlendiriyor.
“Uygarlıkların Batışı” isimli denemesinde Arap dünyasının yirminci yüzyıl içindeki kırılımlarını kitabın başında başarıyla veren yazarın aynı etki olmasa da yine bu taraftan bakarak eserini kurgulaması bizi şaşırtmadığı gibi tanıdık geliyor.
Sonsözde de belirttiği gibi bu coğrafyanın ve Haçlılara karşı mücadelenin ana unsuru Araplar değil aslında. Araplar burada yaşayan kalabalık bir nüfus olmanın ötesinde özellikle bölgeye son 100 yıldır egemen olan Türklerin (Selçuklular) boyunduruğu altında yaşıyorlar.
Araplar, İslamiyet ile birlikte coğrafyada hem söz sahibi olmuşlar, devlet kurmuşlar ve yaklaşık 300 yıl süren bir yayılmacılıkla batıda Endülüs, doğuda da Hindistan’a kadar etki etmişlerdir.
Ancak hem Avrupa kıtasında hem de Orta Asya’daki ilerleme durmuştu. Özellikle 960 yılında Selçuklu Devletinin kuruluşu sonrasında coğrafyanın belirleyici unsuru Türkler olacaktır.
“Arapların Gözünden Haçlı Seferleri” eserinin Selçuklu tarihi bakımından da önemli bir kaynak olduğunu eklememiz gerekiyor.
Selçukluların çok geniş bir alana hükmeden ama tek bir parça halinde hareket eden bir devlet olmadığını, illerin veya eyaletlerin yönetiminin hanedanın farklı kişileri tarafından paylaşılarak yürütüldüğünü, birden fazla adına “sultan” denilen hükümdarın sahnede rol aldığını, ama onların da bölgelerini tek başına yönetemediklerini, “atabey” adı verilen kişilere yetkilerini bıraktıklarını, her sultanın ölümüyle ardıllları arkasından veraset çatışmalarının çıktığını, kardeşlerin birbirlerine düştüğünü, bu kavgalar sırasında Frenklerle işbirliği, ittifakların yapıldığını hatta bu tuhaf ittifaklarla savaşlara katılındığını öğrenmek ilginç bir okuma katkısı sağladı.
Haçlılar nasıl oldu da 200 seneye yakın bu topraklarda bir devlet teşekkülü altında yaşama becerisi gösterdiler, sorusunun cevabı da yukarıdaki paragrafta belirgin hale gelmektedir.
Haçlı Seferlerinin nedenleri arasında Hıristiyanların kutsal topraklara ve emanetlere hakim olma arzusu olsa da batıya doğru yönelen ve Selçuklular kimliğinde kristalleşen İslam yayılmacılığının Bizansı tehdit etmesi olduğunu düşünüyorum.
Kuşkusuz bu seferleri bir ya da birkaç nedenselliğe bağlamak da doğru olmayacaktır.
Frenklerin daha sonraları okyanuslara açılarak daha uzak diyarlara seferler düzenlemelerinin gerisinde yatan hep bir yayılmacılık itkisinin belirleyici tarafının hesaba katılması iyi olacaktır.
Doğu’dakiler (Hunlar, Araplar, Türkler, Moğollar) nasıl Batı’ya doğru seferler düzenliyorsa Batı’nın (Sezar, İskender…) da bitmek bilmeyen bir Doğu merakı ve oraları fethetme arzusu vardır.
Bu karşılıklı ilişki ve etkileşim de medeniyetimizi oluşturmuştur.
Esere tekrar dönecek olursak; yazarın “Arapların gözüyle” vurgusu biraz da Araplı vakayinüvistlerden kaynaklanıyor. Amin Maalouf bu konuda ne kadar derin araştırma içine girdiğini son sayfalardaki kaynaklar kısmından takip edebiliyoruz ancak kitabın içine yer yer eklenen Araplı vakayinüvistlerin notlarının öne çıkarılmasından temel kaynağın bunlarmış sonucuna varılması kaçınılmaz oluyor.

Severek ve tekrar tekrar izlediğim Cennetin Krallığı (Kingdom of Heaven) isimli filmin bu kitabın içinde anlatılan tarihi olaylara dayandığını fark etmek şaşırtıcıydı.
Filmin senaryosunun tarihi gerçeklerden biraz saptığını, kurgulandığını görmekle birlikte İbelin kontu Balian, cüzzamlı kral IV.Baudouin, kız kardeşi Sibylla ile evli olan ve bir süre sonra eşinin sayesinde kralın yerini alacak Guy de Lusignan, katil ruhlu ve hastalıklı Renaud de Châtillon ve kuşkusuz Selahaddin Eyyubi’nin çok tanıdık ve bilindik bir şekilde anlatıldığını gözlemliyoruz.
Özellikle Kudüs savunmasını üstlenen Balian ile Selahaddin arasında filmin sonunda geçen diyaloglar neredeyse tamamen kitaptan alınmış gibiydi.
Elbette okurken filmi tekrar izlemeyi de ihmal etmedim.
Fark ettiğim bir başka bilgi de özellikle kitabın final bölümlerinde iyice belirgin hale gelen Mısır tarihine aitti.
Bir coğrafya düşünün ki neredeyse 1000 yıldır aynı kaderi tekrar tekrar yaşıyor olsun. İktidara gelenlerin ya zehirlenerek ya da bir darbe yoluyla kısa süre içinde ortadan kaldırılması ile ilgili tarihçeyi okurken günümüz Mısır’ını düşünmeden geçemedim.
Eseri ilk okumamda kaçırdığım satır başlıkları bunlar.
Buradan şu çıkarımı yapmak da mümkün; bir müzik eserini, bir filmi, diziyi nasıl tekrar tekrar dinliyor, izleyebiliyorsak kitapları da birden fazla okumak ilkinde kaçırdığımız bazı detayları fark etmek bakımından önemli ve değerli hale geliyor.
Geçtiğimiz senelerde Orhan Pamuk, Dostoyevski, Vedat Türkali’nin bazı eserlerinin ikinci hatta üçüncü okumalarını yaparak süreci başlatmıştım. Bu eser de aynı yolu izlemiş oldu.
Zenginleştirici bir deneyimdi.
Henüz okumamış olanlara mutlaka bu eseri sıraya almanızı öneririm.