Radikal Kitap‘ın son sayısında Semih Gümüş yazara yine ders vermek üzere bir yazı (*) kaleme almış.
“Okuduğumuz romanları, öyküleri yalnızca hikâyesine bakarak, yani yüzeylerinde kalarak okumak, hiçbir zaman gerçekten okumanın yerine geçmez.”
Gerçekten okumak diye bir ayrım olduğunu bu cümlenin içinden anlıyoruz.
Gerçekten okumak ile gerçekten yazmak arasında da gizli bir denge kurulmuş.
Eğer fırsatını bulursa yazısına karşı yazılmış bu blogu gerçekten okumaya gayret göstersin.
***
Şimdi size Jack London’ın Martin Eden isimli eserinden bir alıntı yapacağım.
“Ben de sana diyorum ki editörlerin yüzde doksan dokuzunun başlıca üstünlüğü, alçaklıktır. Bunlar yazarlıkta üstünlük gösterememişlerdir. Zannetme ki bunlar yazı yazma aşkına masanın esiri, idare müdürünün kölesi olmuşlardır. Bunlar yazı yazmayı denemişler, başaramamışlardır. İşte bu işin lanet çelişkisi de burada. Edebiyatta başarıya açılan bütün kapıları bu bekçi köpekleri, edebiyatta başarı kazanamamış bu editörler tutmuştur. Editörler, editör yardımcıları, bunların çoğu, sonra dergilerin ve kitap yayımcılarının yazı okuyucuları hep yazmak istemiş, ama başaramamış kimselerdir. Fakat dünyadaki bütün yaratıklar içinde bu işe uygun olmayan bu kişiler, neyin basılabilecek neyin basılamayacak olduğuna karar veren kişilerdir. Kafalarında orijinal hiçbir şey olmadığını ispat eden, içlerinde o ilahi ateşten eser bulunmadığını göstermiş olan bunlar, oturup, orijinal eserler, deha eserleri üzerine hüküm yürütürler. Bunların arkasından da yine bir sürü başarısız kişiden ibaret olan eleştirmenler gelir. Bana bunların da birtakım hayalleri olmadığını, bunların da şiir ya da öykü yazmaya yeltenmediklerini söyleme sakın; zira hepsi de yeltenmiş, ama başaramamışlardır. Eleştirilerin yarısına bakıldığında bile mide bulandırıcıdır. Kendilerinin eleştirmen olduklarını iddia edenler hakkındaki düşüncemi bilirsin. Büyük eleştirmenler de vardır, tabiî, ama bunlar kuyruklu yıldızlar kadar nadirdir. Eğer yazarlıkta başarısızlığa uğrarsam, editörlük mesleğini kabul edeceğim. Nasıl olsa geçim yolunu buluruz.”
Teşbihte kusur aranmazmış; ben bunu biraz eğip bükeceğim, alıntıda kusur, başka anlamlar aranmasın lütfen.
Bu alıntıyı neden yaptım?
Birçok yazar adayının yarattığı eserlerini yayınlatabilmek için nasıl bir uğraş verdiğini konuyla ilgili son yazımda söz etmiştim. (**)
Bu durum yazarda bir duygu karmaşası, fırtınası yaratır. İşte Martin Eden’in ağzından dökülenler bunu en iyi ifade eden açıklama oluyor sanırım.
Editörler, eleştirmenler yeni bir yazarın kitabını okumaya baştan bir ön yargıyla otururlar ve öncelikli kaygı kitabın ne yazdığı, neyi anlattığı ve nasıl anlattığından çok, bunu neden yayınlayamayacaklarının sebeplerini aramaktır.
İşin komik ve bir o kadar da dramatik tarafı da isim yapmış ve bu aşamaları geçmiş bir yazarın kitabını okuma süreci de bunun tam tersi “nasıl yayına hazır hale getiririm” telaşıdır.
Bu nedenle her yıl çeşitli isimler altında düzenlenen yarışmalarda birincilik ödülü meşhur yazar, şairler arasında sürekli top gibi döner durur.
Araya sıkışmış yeni yazarlarsa zaten bu yarışmayla adı parlatılmak istenen ayrıcalıklı bir kişidir. Bu durum eskiden çok daha ön plandaydı; Orhan Pamuk ile Mehmet Eroğlu’nun aynı yarışmada birincilik ödülünü paylaşması bu sözünü ettiğimiz duruma yakın bir örnektir.
Ortada böylesi bir gerçeklik varken oturup idealistçe eserler kaleme almak başlı başına mesele haline geliyor.
“Eleştiri, öteden beri sürdürülen yanlış anlayışa göre, adına eleştirmen denen yazarların işidir. Oysa bu algının bütün bütüne yanlış olduğu anlaşılmadan eleştiriden söz edilemez. Eleştiri, ilkin yazarları ve etkin okurlarıyla anlatılabilecek edebiyat kamuoyunun bütününün içselleştirmesi gereken bir okuma edimidir; ikincisi de, yazınsal metinleri yaratan bütün öğelerin birlikte değerlendirildiği ?soyutlandığı? okuma ediminin adıdır.” (*)
Dikkat ederseniz sanatçı ile sanatı, eseri arasındaki ilişkinin ne olduğuna dair tek bir kaygı yok Semih Gümüş’ün tarifinde.
Oysa sanat, Martin Eden’in ifadesinde güzelleştiği şekliyle “ilahi ateşle” ortaya çıkan bir yaratım sürecidir.
Üslup bir formül değil, yazarın kendisinin her eserinde biraz daha geliştirdiği bir süreçtir ve bu belli bir kalıbın içine hele ki eleştirmen tarafından kamuoyu adına asla tarif edildiği gibi yapılamaz.
Sanat toplumun algısıyla birleşebiliyor, bütünleşebiliyor mu mesele budur.
Yoksa her eser ilk yaratılmış şekle tabi olur ve o sınırları aşamazdı.
Bu nedenle eğer bir eleştirmen varsa, olacaksa, eserin elbette ne ve bunu nasıl anlattığını incelerken, diğer taraftan yazarın eserini yaratım sürecindeki o ilahi ateşi, ilhamını ayırt etmeye çalışacak, anlayacak ve bunun nasıl bir duyguyla beslenmiş olduğunu edebiyat kamuoyuna açıklamaya gayret edecektir.
Kuşkusuz bu da her yazara ve esere eşit mesafede kalarak ve hiçbir ön yargıya sahip olmadan yapılacak bir eylemdir.
Sanat dediğimiz şey, insanidir.
Ve modern zamanın genel kabulü çerçevesinde söylemiz gerekirse insani olan şey bize yabancı değildir.
Eğer bazen bir roman tek bir cümle için yazılıyorsa oturun o cümleyi bulmaya çalışın.
Yeri gelir o cümle kitabın anlattığı şeydir, bazen eseri nasıl yazdığı, kimi zamansa sadece güzel ve süslü cümleleridir.
Not: Görsel malzeme olarak iki seferdir Sn. Semih Gümüş’ün yazısından alıntı yapıyorum, buradaki temel kaygı yazarın yazısına karşı yazılmış bir blog olduğunu göstermektedir.
(*) http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/ne-anlatildigi-degil-neyin-nasil-anlatildigi-407622
(**) http://blog.radikal.com.tr/kultur-ve-sanat/turkiyede-yazar-olmayi-kimler-belirliyor-74568