Yıl 1994…
Yer Abant Palace Oteli…
Güzel bir vesileyle yarım pansiyon konaklıyoruz eşimle… İkinci ya da üçüncü gün öğlen yapacak bir şey olmadığı için konaklama dahilinde olmayan restoranda yemek yemeğe karar veriyoruz. Yemek sırasında imza atmam için adisyon geliyor.
İki kişilik; 440.000 TL.
Bunun ne anlama geldiğinin daha iyi anlaşılabilmesi için o tarihte ne maaş alıyor olduğumu da yazmalım; 4.750.00 TL.
Hayatımda bundan daha pahalı bir öğle yemeği yediğimi hatırlamıyorum. Aslında bunun litaritürümüzde başka bir karşılığı var; kazık!
***
Yaz başında çalıştığım işyerinden ayrılmak zorunda kaldım. İki aylık zorunlu işsizlik dönemimin son durağı üniversiteyi birlikte okuyup, bitirdiğim arkadaşımın yaşadığı şehir, Moskova’ydı.
Moskova’yı anlatmak için bir başka blog yazmalıyım; çok etkileyici ve güzel bir şehir.
Aynı zamanda pahalı…
Bugün konumuz yemek niyetine yediğimiz kazıklar olduğu için buradan devam edelim.
İşsiz ve çok sınırlı bir bütçe ile geldiğimiz bu güzel şehirde arkadaşım bizi üç farklı restorana götürdü.
Biri ilk gece uğradığımız İtalyan restoranı tarzında bir yerdi. Pizza yedik; kola, su içtik. Karşılığında ödediğimiz rakamın bize düşen payı 700 ruble kadardı; yani 40 TL kadar.
Bir gece sonra Moskova’nın en işlek caddelerinden biri olan Arbat’ta Türk Restoranına götürdü arkadaşım bizi.
Moskova’da eğer Rusça bilmiyorsanız anlaşmanız gerçekten çok zor, çünkü insanların büyük bir kısmı İngilizce de bilmiyor. Bu nedenle alfabesi de farklı bu ülkede bir restoran girip yemek sipariş etmeniz çok kolay bir iş değil. Bu nedenle aynı dili konuştuğunuz bir yerde olmanın konforu çok ayrıcalıklı, bunu yaşıyorsunuz.
Birer çorba, içinde az sayıda mantarın olduğu bir mantar güveç ve bir dilim biftekin karşılığı içtiğimiz birer su-kolanın karşılığı Türk Restoranına ödediğimiz tutar 2200 rubleydi; yani 130 TL.
Bir sonraki gün gittiğimiz bir Uzakdoğu mutfağına da ilk gece ödediğimiz kadar para bırakıp çıktık; iki kişi 40 TL.
Üç farklı mutfak ve iki farklı fiyatlandırma şekli.
Yolculuğumuza devam edelim.
Bu sene Türkiye’nin en güzel tatil ve yaşam köşelerinden biri Alaçatı’ya da düştü yolumuz. Her şeyiyle bambaşka bir yer Alaçatı. Hayatımda gördüğüm en güzel yerlerden biri olarak adlandırabilirim sanırım.
Ve bir o kadar da pahalı…
Restoranından semt pazarına kadar.
Başka kaynaklardan takip edenler bilir, bu sene kuş fotoğrafçılığı üzerine yoğunlaştım ve Alaçatı’daki Haliç’te benim için farklı üç türün fotoğrafını çektim. Haliç’te ilgimi çeken şey etrafı kaplayan deniz börülcesi ormanıydı. Deniz börülcesinin nerede nasıl yetişiyor olduğumu da gözlerimle görmüş oldum böylece. Bu kadar bol bir ürünün biraz ötedeki restoranlarda küçük bir meze tabağında yanına yaklaşılamayacak bir değere dönüşmesine inanmak da o kadar zor ki…
16 Ağustos 2014 tarihli Radikal’deki haberi okuyalım mı şimdi?
“Bodrum’da turizm sezonunda restoran ve lokantalarda uygulanan yüksek fiyatlara tepki gösteren Bodrum Ticaret Odası Başkanı Mahmut Kocadon 5 kişilik İngiliz ailenin döner ekmeğe talim ettiğini öne sürerek “2 şişe maden suyunu 30 liraya satıyorlar, acil önlem alınmazsa Bodrum’u bitirirler. Bodrum’a gelen turistler, dünyanın en pahalı yemeğini hatta açıkçası kazığını yiyorlar, biz de çok üzgün ve mağduruz” dedi.” (*)
Bu nedir şimdi?
Ne yapmaya çalışıyoruz?
Kısa yoldan para kazanıp, zengin olmak mı derdimiz?
Bir ürünün, hizmetin maliyetini ne belirler ve bunun satış fiyatı nasıl oluşur? Bunu en iyi Türkler mi biliyor?
En akıllısı uyanığı biz miyiz?
Kazanıyor myuz yoksa her geçen gün biraz daha mı kaybediyoruz?
İcat ettiğimiz yegane şey bu işte.
(*) http://www.radikal.com.tr/hayat/ingiliz_turistler_doner_ekmege_talim-1207193