Onunla ilk defa 2001 yılında Ege’nin gizemli ilçelerinden biri Söke’de karşılaşmıştık. Avukatlık yaptığı İstanbul’dan 1980’de ayrılmadan kısa bir süre önce çok büyük bir yıkım yaşamıştı.
Onun Söke’ye geldiğindeki yaşıyla benimkinin aynı olmasının bir tesadüf olmadığını insanların hayatlarında belli dönemlerde yaşadığı çöküşlerin hep bir yaş aralığına denk geldiğini düşünmüş ve not etmiştim bir yere. Şimdi o deftere alınmış notlardan hatırlamalar yapıyorum.
Neden orada olduğumu daha sonra anlatırım… (Belki…)
Biri aynı zamanda eşi olan iki kuzeni vurularak öldürülmüştü. İstanbul’daki son günlerini umutsuz bir çabayla onları arayarak geçirdiğini anlatacaktı bana.
Sonra bu anlatının fazlasıyla tanıdık geldiğini söylediğimde gülümsedi. Ertesi gün beni Söke’de yaşadığı eve davet etti.
Eviyle ilgili detayları anlatmayı da sonraya bırakacağım.
Siyah ciltli, sayfaları sararmış ve yeşil mürekkepli bir dolma kalemle yazıldığı belli olan eski bir defter getirip oturduğumuz masanın üzerine açtı. Sayfaları önce ileriye doğru, sonra geriye doğru birkaç defa karıştırdı. İstediği yeri bulunca da gözlüklerinin üzerinden bana bir bakış fırlattı, onu izliyor ve dinleyecek olduğumdan emin olmak ister gibiydi.
Okumaya başladı.
“İntihalden de korkma; çünkü bizim kıt kanaat okumamızın ve yazmamızın bütün sırrı, bütün sırrımız tasavvufi aynamızda gizlidir. Mevlana’nın ressamlar yarışması hikâyesini bilir misin? O da hikâyeyi başkalarından almıştır ama kendisi…”
Gözlerini bir kere daha kaldırıp bana baktı. Yüzümde anlamadığımı belirten bir ifade ile tepki verdim.
Belli belirsiz yüzünde bir tebessüm belirdi. Devam etti ve çok iyi hatırladığım iki aforizmayı okudu.
“Epigraf kullanmayın çünkü yazının içindeki esrarı öldürür.
Böyle ölecekse, öldür o zaman sen de esrarı, esrar satan yalancı peygamberi öldür.”
İçinde bulunduğum anın ne anlam ifade ettiğini idrak etmeye çalışıyordum. Her şey kısa sürede yerli yerine oturuyordu ancak bu nasıl olabiliyordu. Gerçek ile rüya arasında bir yerde olabilirdim.
“Rüya” dediğim anda bakışının derinliği değişti. Hemen sayfaların arasında gezinmeye devam etti.
Onunla tanıştığımız andan itibaren konuştuğumuz konuların içinde benim yeni yeni başladığım yazma serüvenim vardı. Oysa şimdi bir hazine bulmuştum Söke’de.
“Yalnızca okuma keyfi için yazmak köşe yazarını açık denizde pusulasız bırakır.”
Okuduğu aforizmaların kendine mi yoksa öldürülen gazeteci kuzenine mi ait olduğunu sordum. Ortada başka bir karışıklık daha vardı. Bütün bunları bir üçüncü şahıs olarak gözlemleyip, kayda geçiren, okuyucuya sunan bir yazar.
“Tarihi sırların olduğunu sezdir; ama ne yazık ki onları yazamıyorsun.”
Cevap vermek yerine devam etti.
“Bir gün yaşlandığında, insan kendisi olabilir mi diye sorduğunda, bu esrarı anlayıp anlamadığını da soracaksın kendine, unutma!”
O aforizmadan aforizmaya atlarken ben de hafızamda kalan hikâyeyi hatırlamaya çalışıyordum. Bir akşam evine dönüyorsun ve eşinden 19 kelimelik bir terk mektubu alıyorsun. Her şey bir anda alt üst oluyor ve değişiyor.
21 yıl sonra aradan geçen zamana rağmen bütün hatıraları canlı kalmış bu adamı dinlerken bir taraftan kafamı meşgul eden sorular, diğer yandan beni etkileyen kişisel sorunlarımın birbirinin içine nasıl karışıyor olduğunu şaşkınlıkla ve büyük bir merakla izliyordum.
13 yıl sonra yine onunla karşılaşma umuduyla geldiğim Söke’de önümde duran kendi notlarımı araştırırken geçmişte yaşananların mutlak bir anlamı olduğunu artık çok daha iyi biliyordum.
Üstelik bu notlar sayesinde artık benim de bir gazetede köşem vardı ve bu aforizmaları neredeyse her yazdığım yazıda kendime ölçüt alarak kullanıyordum.
“İlk cümleni bulmadan yazı masasına oturma.
Kendine atasözü, deyim, fıkra, latife, mısra, özdeyiş güldesteleri edin.
Konunu seçtikten sonra yazını taçlandıracak uygun özdeyişi aramazsın, özdeyişi seçtikten sonra bu tacın altına gidecek uygun konuyu ararsın.
Samimi bir inancın olsun.
Samimi bir inancın yoksa da okuyucunun samimi bir inancın olduğuna inancı olsun.”
Okuyucu dediğin panayıra gitmek isteyen bir çocuktur.
Okuyucu geçim sıkıntısı içinde, zekâ yaşı on iki olan, evli, dört çocuklu bir aile babasıdır.”
Beni en çok güldüren söz de herhalde bu olmuştu. Uzun süre üzerinde sohbet ettiğimizi hatırlıyorum.
“Okuyucunun zekâsına göre değil, kendi zekâna göre yaz.”
Güçlü bir vurgu geldi biraz sonra;
“Bir köşe yazısında sanat olan ne varsa köşe yazısı değildir, köşe yazısı ne varsa sanat değildir.”
Birazdan okuyacaklarını neredeyse nefes almadan peş peşe sıraladı. Herhalde sürekli tekrar ettiği aforizmalar da bunlardı.
“Üç büyük tema, tabii ki, ölüm, aşk ve müziktir.
Ama aşk nedir bu konuda karar vermiş olmak gerekir.
Aşkı ara. (okuyucularıma bütün bu öğütler arasına uzun sessizlikler, durgunluklar, suskunluklar girdiğini hatırlatayım.)
Aşkı sakla, çünkü sen yazarsın!
Aşk aramaktır.
Saklan ki bir sırrın olduğuna hükmetsinler.
Bir sırrın olduğunu sezdir ki kadınlar seni sevsinler.
Her kadın bir aynadır.”
Oturduğumuz masanın duvar tarafında boylu boyunca uzanan bir ayna vardı ve başımı kaldırdığımda kendimi görebiliyordum. Bakışlarımdan ürkmüştüm. Sanki yabancıydılar. Orada oluş sebebimi hatırladım.
“Evet, onun için esrarı sakla: sakın salma meslek sırrını.
Sırrın aşktır unutma. Aşktır anahtar kelime.
Hayır, anahtar kelime yüzümüzde yazar. Bak ve dinle.
Aşktır, aşktır, aşktır, aşk!..”
O an daha çok yazmaya karar vermiştim.
Epigraf kullanacaksan ne yazarları, ne kahramanları bize benzeyen Batı’nın kitaplarından alma, okumadığın kitaplardan hiç alma, çünkü Deccal’in yaptığı işte tam budur.
Unutma, sen hem şeytansın hem melek, hem Deccal’sin hem de o. çünkü okurlar bütünüyle kötü ve bütünüyle iyi birinden sıkılırlar hep.
Ama okur, Deccal’in kendisine o gibi gözüktüğünü anladığında, kurtarıcı sandığının Deccal olduğunu, kandırıldığını dehşetle fark ettiğinde, seni bir karanlık sokakta vallahi vuruverir!
“Vurulduk halkım unutma bizi” diyen bir ses çınladı kulaklarımda…
Tarihimizin ve mezarlıklarımızın esrarına girmeden ne bizden söz etmek mümkündür ne de Doğu’dan.
Az oku ama severek oku, çok ama sıkıntıyla okuyandan daha okumuş gözükürsün.
Bütün dünyanın bize düşman olduğunu da unutma.
Unutmadım…
Unutmadığım için buradayım…
Arıyorum, bekliyorum…
Not: Aforizmalar Kara Kitap’tan alınmıştır.