Yıllar sonra tarih kitaplarında şöyle bir giriş cümlesi olacaktır.
“Bir Adam metro çıkışında durdu ve her şey o zaman değişti, eskisi gibi olmadı.”
1 Haziran tarihini kendimize başlangıç noktası olarak alırsak Gezi Parkı Direnişi’nin 17. gününü 18. gününe bağlayan akşam işte Taksim Meydanı’nında böyle bir olay gerçekleşti.
Bu pasif eylem özellikle mutlak egemen ve iktidar olmak isteyenler için beklenmedik, baş edilmesi kolay olmayan, hazırlıksız yakalayan bir duruştu.
Duran bir kişiye karşı ne yapabilirsiniz ki?
İlk tepki polisler tarafından aranması, sorgulanması oldu. Sonra etrafında ona katılmak suretiyle biriken insanlar gözaltına alındı.
Amaç kitabına uydurmaksa mutlaka bir cümle bulup çıkartırsınız.
“…durmak suretiyle polise şiddet ve hareket kullanmadan direnme.”
İnandırıcı mı? Duran kaç kişiyi tutup suçlayabilir, gözaltına alabilirsiniz ki?
Ne yaparsanız yapın bu “Duran Adam” eylemselliğinin önüne geçmek mümkün olamaz. Zaten sonuçta eylem bir anda sadece Türkiye’de değil, dünyada yankı buldu, insanlar yaşam alanlarında kendilerine uygun mekanlarda durmaya başladılar.
Dalga dalga yayılacak, kalabalıklaşacak, kitleselleşecektir. Çünkü iktidar sadece kendi sesini duyuyor. O kadar çok bağırıyor ki diğer sesleri işitmesinin önünü kapatıyor. Oysa biraz susup, etrafında olan biteni anlamaya çalışması gerekiyor.
Dün evime giderken cadde üzerinde tek başına bir kadın gördüm. Elinde kitabıyla duruyordu. Bu kadın ekmeğe zam yapılırken, özlük hakları elinden alınırken, daha fazla çalıştırılırken eylem yapmıyordu. Ama bugün sokakta ve tek başına duruyor işte.
Devlet, iktidar bu eyleme de kısa sürede bir sıfat yakıştıracaktır. Belki bu kişileri putperestlikle suçlayacaktır, bilemiyoruz. Çünkü eylemi başlatan kişi yüzünü üzerinde Atatürk’ün posteri ve bayraklar olan AKM’ye dönmüştü.
Bütün bunlar diyalektiğin yasalarına uygun işliyor. Karşıtlar çelişki keskinleştikçe birbirlerini güçlendiriyorlar.
İktidarın 16 Haziran günü Kazlıçeşme’de yaptığı ve kendisine göre görkemli mitingi ne kadar çok ve güçlü olduğunun mesajını verme niteliği taşıyordu.
Dile kolay %50 oy almışlardı, millet kendilerine çok önemli bir vekalet, sorumluluk yüklemişti. Eğer bu sorumluluğun gerekleri yerine getirilmezse, hesap sorulması gereken kişilere dokunulmazsa o zaman vekaletin sahibi döner kendilerinden hesabı sorardı.
Sanki başbakan seçmenle telepatik bir ilişki içine girmişti. Yaptığı her türlü eylem vekalet sahibinden kaynaklanıyordu. Aklına ne geliyorsa bunun emrini o %50 çoğunluk veriyordu.
Buna karşı çıkan herkes marjinaldi, çapulcuydu.
İşte alınamayan mesaj burada gizliydi.
Sadeleşme; eşitlenme…
Bir iktidarın yapacağı en büyük yanlış, hem kendi hem de toplum adına, herkesi sadeleştirmek, eşitlemektir.
Görkemli Ekim Devrimi’ni çökerten şey tek parti diktatörlüğünün yarattığı bu aynileştirme değil miydi, liberalizme inanan bir iktidar bunu gözlerden nasıl kaçırır?
İşte “başbakan meselenin Gezi Parkı olduğunu sanıyor” mesajını bile anlamak, okumaktan uzaklaştıran düşünme şekli burada herşeyi düğümlüyor.
Mesele Gezi Parkı’na sahip çıkmakla başlamış, ancak bambaşka bir şeye dönüşmüştür ve tam da iktidarın herkesi eşitleme, sadeleştirme %50’ye tabi kılma meselesinden çıkmıştır, insanlar kısa bir süre sonra buna tepkilerini koymaya başlamışlardır.
Oysa demokrasilerde tek bir adamın duruşunun bile ne kadar önemli ve değerli olduğunu göstermiştir bize işte o Duran Adam eylemi.
—
Uzay Gökerman
uzaycım oçocuk bit otpor piyonu parti kursun yada chp ye gnl başkan olsun ne diyim durmak yok yola devam:).