Geçtiğimiz günlerde Ahmet Altan büyük bir cesaret örneği göstererek Mehmet Baransu’nun tutuklanmasından sonra “çoluk çocuğu bırakın, bu işin sorumlusu benim” diyerek ortaya çıkmıştı.
Yazdıklarını burada detaylı olarak incelemiştik. (**)
Ancak bir şeyi göremedik; atladığımız şeyi yine kendisi tamamlamış oldu.
Ahmet Altan Hürriyet‘in Pazar günü çıkan ilavesinde geniş bir röportajı daha yayınlandı. (*) Meselenin özü de burada biraz daha yerli yerine oturdu.
Ahmet Altan yeni bir roman yazmıştı ve bunun tanıtımının yapılması gerekiyordu.
Türkiye‘de spekülasyonun daha fazla tuttuğunu Ahmet Altan’dan daha kim biliyor ki?
Star1 televizyonundaki Kırmızı Koltuk programında Nurettin Sözen ile neredeyse yumruk yumruğa ağız dalaşına girip kavga ettiği görüntüleri unuttuk mu?
Ahmet Altan diyor ki “bir romancının gazetecilik yapması acıklı bir şey!”
Hangisinin daha acıklı olduğuna karar vermede zorlanıyorum; Türkiye’de Ahmet Altan’ın romancı olarak adının kabul görmesine mi yoksa kendisini gazeteci olarak yutturmasına mı?
Ahmet Altan’a en kritik sorulardan biri soruluyor.
– Balyoz Davasını başlatan delillerin içinde olduğu bavulu size kim getirdi?
Bir gazeteci için en önemli sorunlardan biri budur değil mi?
Haber ve kaynağını açıklama, gizleme sorumluluğu; Ahmet Altan’ın bu şekilde cevap vermesini beklersiniz.
Oysa bambaşka bir şey söylüyor:
“Hakikaten bilmiyorum, sormadım.”
Bir genel yayın yönetmeni, gazetesine gelen çok önemli bilgiler içeren delileri kimin getirdiğini merak etmiyor. Merak etmeyen gazeteci olur mu? Merakını yitirmiş bir haberci işini nasıl yapar?
Yüzlerce kişinin hayatına mal olacak bir haberin kaynağını öğrenmeden nasıl devam eder?
Bir kritik soru daha yöneltiliyor kendisine;
– Bir seminerdeki konuşmaların ses kayıtları var, bir de dijital belgeler… Dava ses kayıtlarının değil, dijital belgelerin üzerine kuruldu. Savunma avukatları bu dijital belgelerle ilgili çelişkileri, tutarsızlıkları ortaya çıkardı. Örneğin 5 Mart 2003’te kapandığı belirtilen 11 no’lu CD’de calibri fontu kullanılmış. Oysa Microsoft bu yazı karakterini 2007’de kullanıma soktu. Darbe olursa yardımı alınacak şirketler, sivil memurlar var. Bu kişilerin bazıları o tarihte o şirketlerin personeli değil. El konulacak şirketler arasında ‘Recordati’ ilaç şirketi var. Oysa 2008 yılına kadar o isimde bir tüzelkişilik yok. İddianamede 2003 yılında kapandığı belirtilen bir CD’den, bu tür tuhaf veriler çıktığında bazı şüpheler duymaya başladınız mı?
Cevap farklı mı?
“Hayır, hiçbir şekilde şüphe duymaya başlamadım. İçine biri bir şey koydu mu koymadı mı, bunu anlayabilecek durumda değilim. Bilişim uzmanları var. Hukuki bir tartışma yapmıyoruz. Gazetecilik ve gerçeği bulma tartışması yapıyoruz.”
Oysa gazeteye büyük puntolarla “onlar gazetecilikten tutuklanmadı” başlığını atarken çok basit bir hukuk tartışmasının içine girebiliyordunuz? Bu başlığı atarken bir yargı yok muydu kafanızın içinde? Bu gazetecilik miydi? Neden gazetecilerin içeri alınmalarını o gün bir haber şeklinde vermediniz de onlar adına bir hüküm vererek ilan ettiniz?
Bir kişi samimi değilse ne yaparsa yapsın açıklamalarının içindeki tutarsızlıkları gizleyemez. Çelişkileri onu ele veren en büyük kaynak olur.
Devam edelim mi?
– Fakat bu haberlerin insani sonuçları oldu. İzin verirseniz size bir şey okumak istiyorum. Yarbay Ali Tatar’ın kardeşi Ahmet Tatar yazmış odatv’de…
“Biz onunla ilgili, onu intihara sevk edecek bir şey yapmadık.”
– Kardeşi size söylüyor, okuyayım: “Bir gazeteci düşünün. Bir şeye kendini inandırmış ve bu yolda hak ihlali, hukuksuzluk teferruattan ibaret kalıyor… Bu yüzden yaşanan süreçten, acılardan, kayıplardan başka suçlularla birlikte siz de sorumlusunuz. Berk Erdem’in, Murat Özenalp’in ve kardeşim Ali Tatar’ın kanı sizin de elinize bulaşmıştır.”
“Bir yazı yazmıştım. Ergenekon davasında bir kişi kanserden öldüğünde çocuklara kızdım ‘Niye bunun haberini daha önce getirmediniz’ diye. Keşke haberimiz olsaydı ve onun için elimizden geleni yapsaydık. Bu insanlar mazlum durumuna düştükten sonra haksız acılar çekmiş olabilirler. Büyük bir ihtimalle çektiler. Bizim onları savunma ihtimalimiz yok. Çünkü hâlâ gerçek haksızlığın ne olduğunu kanıtlamaya çalışıyoruz.”
Türkiye’nin altını üstüne getiren genel yayın yönetmeni diyor ki; “Keşke haberimiz olsaydı ve onun için elimizden geleni yapsaydık.”
2007 ile 2012 yılları arasında Taraf Gazetesi’nde çalışmış, haber yapmış, ülkenin gündemini değiştirmiş bu ekip ne çok pişmanlık duyuyor, ne kadar fazla keşke’li cümleler kuruyor değil mi?
Ben çok şaşırıyorum.
“Cebimde 10 lira vardı, ona verdim. Ne parası ya? Ben Taraf’a gelmeden önce Türkiye’nin en çok satan romancısıydım. Yüz yıldan beri aynı yerde oturduğumuz için bizde herkes parasını aynı bankaya yatırıyor. Orada parama bakan bir kız var. Çok Kemalist bir kız. Kişisel ilişkimiz çok iyi, kitaplarımı seviyor fakat Taraf’tan nefret ediyor. Herkes de bizim para aldığımızı söylüyor. O kız bir gün bana dedi ki: “Ahmet Bey, Taraf’ı bırakın. Bitti para!” Yani zavallı kızcağız… En şanssız Kemalist oydu!”
Ahmet Altan’a Allah daha fazlasını versin. Kimsenin ne kadar kazandığının hesabını yapacak yerde değiliz. Ama yeter ki bize fakirlik, parasızlık muhabbeti yapmasın.
Fakirlik dediğimiz şeyin ne olduğunu Hrant Dink’in yerde cansız yatan bedenini taşımız ayaklarındaki ayakkabılardan gördük.
Sağ olsun viskisini yudumlayan Ahmet Altan’ın ayakkabılarını da gördük.
Türkiye böyle bir ülkedir.
Reklamın iyisi kötüsü olmazmış. Ahmet Altan yeni kitabı dolayısıyla bir kere daha vitrinlere çıktı. Kitabını mutlaka okuyacağım. Bugüne kadar tek bir kitabını okudum, Aldatmak, neye benzediğini yıllar önce paylaşmıştım, bir kere daha buradan okuyucuya sunacağım.
Ahmet Altan’ın cesareti ve güçlü meydan okumasının nedenini de öğrenmiş olduk.
Hepimiz Mehmet Baransu’nun neden içeride olduğunu ve Ahmet Altan’nın dışarıda olduğunu biliyoruz.
Ancak bunu bir reklam aracı olarak kullanmak tek bir kişinin aklına gelebiliyor işte.
Bir kere daha tebrik ediyorum kendisini.
(*) http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/hayat/28451581.asp
(**) http://blog.radikal.com.tr/turkiye-gundemi/vay-be-cok-delikanli-aydinsin-ahmet-91710