Kadın tarih boyunca hep gizli özne olmuştur. Yani ortada bir eylem vardır ancak bu kimin tarafından yapıldığı cümle içinde açık seçik olarak vurgulanmamıştır. Oysa belki de tarihsel süreçlerin içindeki bütün fiillerin en az yarısı kadınlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Tarih sahnesinde kadına dair çok az kimlik görürüz.
İsa’nın annesi Meryem. Yine adı İsa ile anılan bir diğer kadın Maria Magdelena, Kleopatra, Jeanne D’ark, Kraliçe Elizabeth, Viktorya, Hürrem Sultan, Kösem Sultan.
Bunlar bir solukta aklıma gelip sayabildiklerim. Kuşkusuz çok daha fazla isim eklenebilir.
Sanayi devrimiyle kadının endüstriye katılması sonrasında ortaya bir de kadın hareketi çıktı. Son iki yüz yıldan bu yana kadın kendisini toplumsal anlamda cinsiyetçi düşünceden de kurtarmaya, ikinci sınıf varlık olmaktan kurtarmaya çalışıyor.
Geçtiğimiz yüz yılda ve çağımızda içinde kadının olmadığı herhangi bir halk hareketinin başarı şansı yoktur.
AKP‘nin güçlü iktidar olgusunun gerisinde kadınlarının çalışkanlığı vardır.
3 Temmuz sürecinde Fenerbahçeli kadınlar az şey yapmadı.
Kobani’de savaşın en ön saflarında kadın Peşmergeler vardı ve bunlar neredeyse IŞİD’in en çok korktuğu savaşçılardı.
Erkek ne kadar güçlü görünürse görünsün mutlak surette kadın varlığına muhtaçtır. Kadına yönelik şiddetinin geri planında yatan gizli gerçek aslında erkeğin kadına duyduğu bu eksikliktir. Bu eksikliğe her ne derseniz deyin, ne şekilde adlandırmak, sınıflandırmak isterseniz isteyin sonuç olarak tek bir şeye dönüşür, erkek kadınsız olmaz, yapamaz.
Peki, bunun tersi doğru değil mi?
En az önceki kadar kadın da erkeğe muhtaçtır.
Çünkü kadın ve erkek ancak bir araya geldiklerinde bir anlam ifade ederler.
Şimdi bu kadar gereksiz ayrıntıya gerek var mıydı?
Hayatta en büyük sıkıntılarımdan bir tanesi kime yazıyorum ya da yazdıklarımı kim nasıl okuyor çevresinde düğümleniyor. Bu yazı şu an Radikal Blog’ta yayınlanacak olduğuna göre beni okuyan okuyucunun Radikal’in yarattığı aura etkisinde veya buna yakın taraftakiler olduğunu iddia edersek yanılmış olmayız değil mi?
Bu Cumhuriyet Gazetesi yazarı veya okuru için de böyle değil midir?
Bana göre öyledir.
O zaman kime neyin propagandasını yapacağız değil mi? Zaten beni okuyan okur kitlesinin ön kabul olarak belli bir entelektüel çevreye hitap ediyor olduğunu bilmemiz gerekir.
Zaman zaman, şimdi de olduğu gibi, yazının genel kurgusunu ve yapısını oluşturmada zorluk çekebilir veya bazı temel gerçeklerden önsöz olarak konuşabiliriz.
Ancak ortada bir tekrar varsa klişeden veya kendi kendine propagandadan söz etmek durumundayızdır, demektir.
Cumhuriyet Gazetesi yazarı Mine Söğüt önceki gün “Bırak evini bok götürsün!” (*) başlıklı bir yazı kaleme aldı.
Özünde kadınların toplumda kendilerine biçilmiş misyonuna isyan olsa da ben bu yazıdan başka bir şey anladım.
Yazıda çok önemli anlam hataları da var.
“Önce kendi kaderimize ve direncimize bir otopsi yapmalıyız.”
Otopsi ancak ölüye yapılır. Ortada bir ölü mü var? Kelimeleri öyle kafamıza estiği veya güzel geldiği gibi seçmeden önce iyi düşünmek gerekiyor.
Neyse, bu da önemli ancak buralara takılıp kalmayalım.
Girişte zaten andık, kadınlar son yüz yılda büyük bir mücadele içindeler. Ancak ortada kazanılmış geniş alanlar da var. Hele Cumhuriyet, Radikal gibi gazete okurlarının kadın erkek olsun belli bir yaşam kültürü seviyesinde olduğuna inanıyorum.
Çünkü ben de o çevrenin içindeyim zaten, görüyorum.
Son yıllarda “bırak evini bok götürsün” sloganı başka anlamlarda kullanılıyor ve bunun aslında kadın olmakla da çok ilgisi olduğunu sanmıyorum.
Kadın sosyal ve ekonomik hayatın içinde daha fazla yer almaya başladıkça aslında erkekleşti.
Ne demektir bu?
Bizim doğup büyüdüğümüz evleri anlatıyor Mine Söğüt; baba çalışır, anne evde annelik ve kadınlık vazifelerini görürdü. Eve yorgun dönen babanın bir de ev işleriyle uğraşacak ne zamanı ne de istek arzusu vardı.
Zaten tarih boyunca da bu başka şekillerde olmuştur. Erkek savaşa, ganimet toplamaya gitmiş, avlanmış, kadın daha zayıf işlerde, evde çalışmıştır.
Bu nedenle evin derli toplu olması temizliği öncelikle kadınlar arasında bir güç gösterisiydi. Kadının kadına yaptığı baskıydı öncelikle. Bugün bu baskıyı birbirlerine yapan kadınlar varsa, bundan kendilerince keyif alıyorlarsa onların yaptığı güzellikleri de izlemenin ayrı bir keyfi olduğunu da düşünüyorum.
Günümüzde bu baskı ortadan kalkmak zorunda çünkü kadın ekonomik hayatın içine girdi, girmek de zorunda.
O zaman ev işlerini kim yapacak, ütüyle kim ilgilenecek, yemek yapacak, evi toplayacak, camı silecek modern ailelerin en çözümsüz sorunu haline geliyor. Hatta evliliklerin büyük bölümü artık bu nedenle bitiyor.
Baba ve annesinden öğrendiğini hayata geçirmek isteyen erkek kadınından annesinin yaptıklarını bekliyor ancak olmuyor. Olamaz da zaten, mümkün değil. Toplumsal olarak da bu aşılmaya mahkûmdur.
Erkek buna ne kadar direnirse dirensin sonuç fiili olarak kendisini dayatmaktadır.
Ancak buradan başka bir şey çıktı; kadınlar erkekleştiler. Daha önce “kadınların kurtuluşunun erkek gibi olmaktan mı geçtiğini” (**) sormuştuk.
Kadınlar erkekleştikçe, erkek gibi davranmaya yaşamaya başladıkça bu ilk başladığı noktadan anlam ve nitelik olarak uzaklaşmaktadır ki günümüzde yaşanan şey budur.
Kadın eve gelip, ayağını uzatıp oturmak istemekte, elini hiçbir işe sürmeye yanaşmamakta, “hayatımı yaşamak istiyorum” konformizmine doğru sürüklenmektedir.
Bu bakış açısının erkeğin yarattığından nitelik olarak ne farkı olduğunu düşünmek gerekiyor.
“Bırak evini bok götürsün” sloganının bu anlayışla giderek “bırak hayatını bok götürsün”e dönüşeceğini görmek için mutlaka yaşamak, tecrübe etmek mi gerekiyor?
Kendini erkek davranışı ile denkleştirip kadınlara yepyeni bir hayat ve mutluluk çıkacağını sanmak fazlasıyla boş bir hayal değil mi?
Erkekler yüz yıllarca sefasını sürdü, biraz da bu dünyanın tadını biz çıkaralım, diyorsanız bunun anlamı başkadır.
Sanmayın ki sizlere görevlerinizi hatırlatmaya, eski rolünüze geri dönmeye çağırıyorum.
Modern dünyada bunun karşılığı yoktur. Zaten bu köşe yazısını yazan kişinin de böyle bir derdi olduğunu sanmıyor, düşünmüyorum.
Hayatı bir sanata dönüştürmeyi bilmek gerekiyor.
Sanat estetikle kurgulanır.
Hayatınızı estetik bir bütünlüğü ve derinliği olan bir esere dönüştürme amacınız olursa ortaya daha kalıcı bir gerçeklik çıkarır, bırakırsınız.
Çok büyük sanatçıların gerçek hayatlarında yapamayıp ancak sanat eserlerinde ortaya koydukları güzellik budur.
Modern dünyanın bu kadar imkanı varken hala birer sanatçı olmak yerine sıradan lümpen tipler gibi yaşamayı tercih etmenin ne kadına ne de erkeğe bir faydası olmayacaktır.
İnsan hayatındaki bütün çelişkileri kaldırdığında hayatı gerçek olarak yaşar.
Sokağa çıkarken dünyanın en gösterişli bir kadını gibi görünürken evini bok götürüyorsa kusura bakma beni değil, kendini kandırıyorsun.
Toplumsal anlamda en önemli şeyi savunuyorken, evinin içinde her şeyi boş vererek yaşıyorsan yine inanmadığın bir gerçekliğin peşinde hem insanları kandırıyorsun hem de aslında kendi kendine biçtiğin bir rolü oynuyorsun.
Zaten günümüzdeki en büyük çelişki de bu değil mi?
Kadın erkek olmanın hiçbir önemi yok, yazınızın içeriğini bir kadın hareketiymiş gibi kurmanıza da gerek yok.
Maddi yaşam düşüncelerimizi, düşüncelerimiz maddi yaşantımızı belirleyecektir.
Önce evini bok götürmesine izin verirsin, yavaş yavaş hayatındaki her şeyin buna dönüştüğünü ve bunun da bütün düşüncelerini etkiliediğini görürsün. Buradan da yeni bir hayat çıkar ortaya.
Dene ve gör!
Zamanın bu kadar fazla mı?
(*)http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/229931/_Birak_Evi_Bok_Gotursun__.html
(**)http://blog.radikal.com.tr/insan-haklari/kadinlarin-kurtulusu-erkek-gibi-olmak-mi-80693