Sosyal Medya olanaklarının artması sayesinde insanlar bunun getirdiği araçlardan yararlanmaya başladılar. Bu çeşitliliğin merkezinde en önemlisi bloglar oldu.
Blog aynı zamanda blog yazarlığını ortaya çıkaran bir sonuçtu.
İnternet ile tanışmam 1990’lı yılların son çeyreğindeydi. Kısa süre sonra da çeşitli forumlarda ve mail gruplarında yazılarımı paylaşmaya başladım.
O tarihte kimse ismiyle yazmıyor daha çok takma isimler kullanıyordu. Ben de kendime bir isim buldum. Bu isim şimdilerde yazmaya çalıştığım romanın kahramanına dönüşmüş durumda.
Kendi ismimle yazılar yazmaya 2005 yılında başladım. Demek ki 10 yıldır adıma kayıtlı blog yazıyorum.
2006 yılında Milliyet Blog ailesine katıldım ve buradaki yazma serüvenim editörlerin spor yazarlığı teklif etmesiyle 2009’dan itibaren milliyet.com.tr Spor Yazarlığına dönüştü.
Milliyet’te bugün itibarıyla 1179 adet köşe yazısı yazmışım. Yaklaşık 6 senedir milliyet.com.tr spor yazarı olduğuma göre ortalama her 1,8 güne bir yazı düşmüş.
Spor yazılarının yanı sıra Milliyet Blog ortamında yaklaşık 8 sene boyunca, başta siyaset olmak üzere, kültür, sanat,dünya, ekonomi, sinema, edebiyat, müzik konularında da yaklaşık 500 adet blog yazmış olduğumu da buraya not etmeliyim.
Yazılarımın bir bölümü günlük ortalama 18 bin ile 30 bin arasında okuyucuya ulaştı.
Okuyucularım bilirler uzun yazıyorum, ortalama 2,5 Word sayfasından hesap edersek; 4000 sayfanın üzerinde yazı birikmiş oluyor.
Mayıs 2013 tarihinde kendi imkânlarımla “3 Temmuz ve Fenerbahçe İdeolojisi” isimli bir kitap çıkardım. Birinci baskısı kısa sürede bitti, ikinci baskısını yaptım.
Bu ilk kitabım değildi, Adalar ve Kıtalar isimli bir de öykü kitabı çıkarmıştım 2009 yılında.
Hep kendi imkânlarımla bir şeyler yapıyorum, çünkü bu yazının içeriğinde de okuyacağınız gibi kurulu sisteme, düzene kendinizi kabul ettirme şansınız yok.
Onlar sizi yok sayıyor, görmüyor. Bir yazımda paylaşmıştım hazırlık aşamasındaki bir kitabımla ilgili yayınevindeki editörün yaklaşımını. (*)
Hep bir küçümseme, önemsememe, yok sayma üzerine tepeden bir bakış var.
İlk soru şu oluyor?
“Okuyucu neden sizin kitabınızı okusun ki?”
Kitabın içeriği, ne yazdığı, niteliği hep ikinci plandadır.
“Önce otur bir zahmet sen oku, belki elinde tuttuğun şey hazinedir de sen kıymetini bilmiyorsun?” diyemiyorsun. Çünkü bütün yazarların üç aşağı beş yukarı bu zahmetli süreçlerden geçtiğini biliyorsun.
Ancak zaman, teknoloji, sosyal medya önünüzdeki bütün engelleri yavaş da olsa kaldırıyor.
Yani Martin Eden‘in yıllarca süren mücadelesinden farklı ve daha şanslı olarak bir şekilde okuyucuma ulaşmanın yolunu buluyorum.
Milliyet’te spor yazarlığına devam ederken Radikal Ailesinin içinde de bir Blog açıp, spor dışındaki konuları tartışmaya başladım.
Nisan 2014’te başlayan Radikal Blog serüveninin üzerinde 14 ay geçti ve dün itibarıyla 120 blog yazmışım; bu da ortalama 3,5 günde bir bloga karşılık geliyor.
Profesyonel yaşantımı mühendislik yaparak devam ettiriyorum. Ancak hayatın bana bıraktığı boşlukları okuyarak, düşünerek, yazarak dolduruyorum.
Yakınımdaki birçok kişi yazmak için zamanı nereden bulduğumu soruyor; herkesin televizyon başında gereksiz programlarla vakit geçirdiği, birbiriyle uzun uzun tartıştığı sohbetlerin içinde olmuyorum.
3 Temmuz ve Fenerbahçe İdeolojisi kitabı gece uykusundan feragat edilerek yazılmıştı.
Kuşkusuz bir de yazmak için en güzel saatler sabah 07.00-08.00, öğlen 12.00-13.00 arasıdır. Etrafınızda o saatler kimseler olmaz.
2000’li yılların başından itibaren hesap edersek neredeyse 14-15 seneden bu yana devamlılığı, sürekliliği olacak şekilde istikrarla, inatla yazıyorum.
Bu kadar şeyi bir özgeçmiş oluşturmak ya da bir iş başvurusunda bulunmak için sıralamadım.
Türkiye’de blog yazarlığına bakış açısıyla ilgili bir şeyler söylemek için altyapı hazırlıyorum.
Maalesef ülkemizde insanların kendilerini gösterebilmeleri için mutlaka çok önemli bir şey olması gerekiyor.
Özellikle medyada “yazarlığın” ölçüsü tamamen yanlış bir algıyla “gazetecilikle” kıyaslanıyor. Gazeteciler ve gazetede bir şekilde kendisine köşe edinip yazı yazan yazarlar için blog yazarı takip edilmesi gereken ancak adam yerine alınmayacak gruplamanın içinde yer alıyor.
Kolay değil, gazetecilik mesleğine büyük emek vermiş muhabirlikten başlayarak basamakları bin bir zahmet ve güçlükle tırmanmış kişiler için oturduğu yerden ahkâm kesen bir kişinin ne değeri olabilir ki?
Yok zaten!
Dahası örneğin benim gibi hayatını mühendis olarak devam ettiren bir kişinin spora, sanata, kültüre, edebiyata, müziğe, ekonomiye siyasete dair söyleyeceği veya onların bilmediği ne olabilir ki?
Milliyet Blog’taki ilk yazımdır.
800. Doğum yılında Mevlana için hazırlanmış gösteriyi ön sırada yanında en kısasından mini eteği ile Ece Gürsel ile birlikte izleyen Hıncal Uluç’un ballandıra ballandıra köşesinde yorumlamasından çok daha farklı, detaylı bir eleştirisini yapmış ve başlık atmıştım;
800. doğum yılında Mevlana öldürülmek istendi! (**)
Kuşkusuz sistem bu şekilde çalışmıyor değil mi?
Hayata, kast sistemiyle bağlanmış, seçkinci ve korumacı bakışla yaklaşım ülkemizin temel gerçeğidir.
Bu nedenle neredeyse artık kan bağı ve miras yoluyla geçen bir gazetecilik, televizyonculuk, yazarlık anlayışı var. O kişilerin yetenekli olup olmadığı, orayı hak edip etmediği değil, isminin yanında duran soyadının ne, yakın akrabasının kim olduğu önem kazanıyor.
Böyle olduğu için de medya dediğimiz şey kendi içinde kapalı, bir kast rejimiyle yönetilen bir sisteme dönüşüyor.
Oraya girmeye çalışmanız mümkün değil, zaten böyle bir amacınız, hedefiniz de yok mesele muhatap olmak, bulmakken; yok yerine koyuveriliyorsunuz.
Medyanın içine girmenin dezavantajlarından en önemlisi “istediğiniz sözü söyleyemeyecek” olmanızdır.
3 Temmuz sürecinde bir medya üyesi olsaydım büyük bir ihtimalle o tarihlerde yazdığım yazıların önemli bir bölümü kesintiye uğrardı, belki yayınlanmazdı.
Örneklerini görüyoruz.
Ancak 3 Temmuz’u medyanın içinde, yerinde ve bu işin ana omurgasında takip etmiş olsaydım, çok daha fazla şey üretebileceğimi de biliyorum.
Tıpkı 7 Haziran seçimlerine dair çok yakın analizler yaptığım gibi. (***)
Girişte sosyal medyanın alternatiflerinden söz ettim, sadece bu değil ki, haber kaynaklarının çeşitlenmesi sonucu bilgiye ulaşmanın yolları da arttı.
Düşünsenize “Gezi Olayları” başladığı sırada bizim televizyonlarımızda belgesel yayınlanıyordu.
Oysa Twitter sayesinde bütün olan biteni izlemek mümkün olduğu gibi haberleşme de sağlandı.
Gezi Olaylarında en ön saflarda “kerameti gerçekten kendinden menkul” kişiler vardı.
Gezi’de medyadaki kaç yazarı gördük ki?
Son seçim sayım, sonuçlarını bile takip eden sosyal medya ve onun örgütlediği sivil toplum oluşumları oldu.
Son yıllarda Uğur Mumcu türü araştırmacı gazeteci, haberci de kalmadı.
Araştırmacı gazetecilik dediğimiz şey birilerine bavulla teslim edilen bir sürü sahte delil, belge oldu, daha kötüsü onun içeriğini anlayacak, birleştirecek, ilişkilendirecek bir aklı çok aradık ancak bulamadık.
Kullanılmış aptallar türedi. Bunlar halen medyada görev yapıyorlar. Televizyonlara çıkıp yorum, görüş bildirmeye devam edebiliyorlar.
Anadolu ve Cihan Haber Ajanslarının verdiği ‘jurnale’ göre haber ve yazı yazılan bir ortam oluştu.
Özgünlük, farklılık yok oldu!
Kişilere, çeşitli kurum ve cemaatlere bağlı çalışan medya sayısı arttı. Kimin kime hizmet ettiğinin bilinmediği bir medya var ülkemizde.
Ve sürekli yanılıyorlar, yanlış haber ve görüş bildiriyorlar.
Bizim gibi blog yazarlarını küçümseyen, adamdan saymayan bu medyanın çok bilindik, burnundan kıl aldırmayan gazeteci ve yazarlarının Türkiye’nin son dönemdeki gelişmelerinde sürekli yanılmaları, yanlış tarafta durmaları, periyodik şekilde özeleştiri yapar duruma düşmeleri aslında bulundukları konumu tartışmaya açık hale getirmiştir.
Ancak ülkemizde başarı değil başarısızlığın, nitelik değil sıradanlığın karşılığı, ödülü vardır.
Türkiye’nin son 13 yıllık yakın tarihine dair medyadaki bu kadar iniş çıkışlı bir savrulmaya dünyada az rastlanır.
Ergenekon, Balyoz, 3 Temmuz’da yanıldılar.
Özel Yetkili Mahkemelerin içeriğini göremediler, Türkiye’nin demokratikleştiğini sandılar; çok daha güçlü bir anti-demokrasiye doğru ilerleyişi fark edemediler.
12 Eylül 2010 Referandumunu anlayamadılar.
Çağın gerek, ihtiyaç ve gelişimini görme, analiz etme ve buna göre hareketten hala uzaklar.
Çünkü muhafazakâr, tutucu, koruyucu ve seçkin anlayışlarını terk edemeyecek kadar kıskançlık içindeler.
Ama kimse onlardan daha gazeteci, televizyoncu, yazar olamaz!
Oysa çeşitlilikten, farklı görüş ve yaklaşımdan zenginlik doğar; bunun oluşturacağı enerji çok daha güçlü, geliştiricidir.
Tarih ve zaman geriye döndürülemez.
On sene önce toptan yok sayılan sosyal medya, bloglar ve blog yazarları günümüzde gündem belirleyen hatta çok daha iyi analiz ve görüş ortaya koyan merkezler haline geliyorlar.
Daha fazla okunuyorlar; daha da çok okunacaklar.
Çünkü blog yazarı hayatın, gerçeğin içinden besleniyor, orada yaşıyor. Sürekli güncelle iç içe ve farklı taraflarını araştırıyor, görüyor.
Dar bir çevre içinde görüş alışverişi yapmıyor.
Önümüzdeki on yıl süresince geleneksel medya anlayışı ve kullanımı ortadan kalkıp, çok daha başka ve farklı mecralardaki dijital kaynaklar merkeze oturacak.
O zaman bu burun kıvırmaların, yok sayıp, görmezden gelmenin ne şekil alacağını tahmin ediyorum; hepsi bizden çok sosyal medyacı, blog yazarı olacak, öyle görünmeye çalışacak.
(*)http://blog.radikal.com.tr/kultur-ve-sanat/turkiyede-yazar-olmayi-kimler-belirliyor-74568
(**)http://blog.milliyet.com.tr/800–dogum-yilinda–mevlana–oldurulmek-istendi-/Blog/?BlogNo=47728