“Füsun’un sıcaktan ve sevişmekten ter içinde kalmış omzunu öpmüş, onu arkadan yavaşça sarmış, içine girmiş ve solkulağını hafifçe ısırmıştım ki, kulağına takılı küpe uzunca bir an sanki havada durdu ve sonra da kendiliğinden düştü. O kadar mutluyduk ki, o gün şekline hiç dikkat etmediğim bu küpeyi sanki hiç fark etmedik ve öpüşmeye devam ettik.”
Bu satırlar aslında adıyla çok da uyum göstermeyen Orhan Pamuk‘un Masumiyet Müzesi romanından alınmıştır.
Konumuz bekâret.
Yıl 1975, dünyada 1968 gençlik hareketi etkisini yitirmiş, cinsel devrim belli bir noktaya gelmiş, Türkiye henüz o çizgiye yaklaşamamış. Roman o tarihin içinden bize bir kesit sunuyor.
Bekâret.
Orhan Pamuk gençlik yıllarında kendisini fazlasıyla rahatsız etmiş olan bu olgu için geriye dönük Freudien bir sorgulama yapıyor olmalı eserinde.
Sorun, kızların kendilerini kolay ya da zor bir erkeğe teslim etmeleri ve kızların bu durum karşısında aldıkları tutuma göre adlandırılmaları ya da anılmalarıdır.
Orhan Pamuk’un 23 yaşında olduğu dönemlerde kuşkusuz böyle bir sorun vardı Türkiye’de. Günümüzdeyse bu tabu kırılmak ya da belli şekillerde aşılmak üzere fazlasıyla yol almışa benziyor.
Yazar içinde bulunduğu burjuvazi-sosyetenin o günlerde aldığı tutumuna uygun olarak belki toplumun genelinden başka şekillerde yaşamış olabilir bu olguyu.
İlk defa Vedat Türkali’nin “Bir Gün Tek Başına” isimli romanında okumuş ve etkisi altında kalmıştım. Bir Gün Tek Başına kendi edebi ölçütlerime göre kusursuz bir çalışmadır. Günümüzde gereken önemi ve değeri görüyor mu, tartışma götürür.
Günsel isimli çok güzel genç üniversite asistanının evli ve iki çocuk babası Kenan’a kendisini teslim edişinin ve yaşadıkları inişli çıkışlı yasak aşk ilişkisini okuduğum 16-17 yaşlarımda etkilediğini söylemeliyim. Bir genç kızın hele 1960 darbesinin hemen arifesinde kendisini bu kadar kolay bir şekilde erkeğine teslim etmesini aklım tam olarak almamıştı.
Aynı zamanda da büyük bir hayranlık duymuştum o ilişkinin yazar tarafından kurgulanışına.
Sonra Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanı geldi. O da 1960’lı yılların kuşağını sorguluyordu. Selim ile Günseli arasındaki o büyülü aşkın, Selim’in bir türlü ileri gidemeyişini hüzünle okumuştum. Ve aynen Kenan gibi Selim’in hazin sonları.
Benim de bir tarafım Selim diğer tarafımda hep Turgut kalmıştır.
Kadın ile erkeğin “arasına gire(miye)n şeyin” bir türlü doyasıya yaşanamamasının ya da yaşandığında tam olarak toplumla örtüşememesinin çok ilginç, tuhaf bir tarihi serüveni vardır edebiyat dünyamızda.
Orhan Pamuk bir aşk romanı yazayım derken tam da sosyolojik bir olayı masaya yatırmış oluyor belki de.
Ele alış tarzını ve havasını hiç sevemedim ama konu elbette çok ilginç.
Bir kadının erkekle birlikte olmaya karar vermesi ve sonuna kadar gitmeye (bu deyimi yazardan ödünç alıyorum, çünkü romanda sürekli kullanıyor) cesaret etmesindeki ölçütün ne olduğunu hala çözebilmiş değilim. Bir yazar olarak ben de bu ilişkiyi fazlasıyla kurguluyorum eserlerimde. Ama bunu kurarken belki kendi (arkaik) romantizmimden olacak aşk unsurunu fazlasıyla önemsiyorum.
Kitaptaki kahraman Kemal ve Vedat Türkali’nin Kenan’ının çok yakışıklı olduğu için sonuca gittiklerini okurken hemen anlıyorsunuz.
Kuşkusuz Orhan Pamuk’un Kemal’i ve Füsun’u birbirlerini çok seviyorlar. Ancak o ilk buluşma günü Füsun’un tutumunu anlamam çok kolay değil.
Yazar, Kemal’in ağzından bunu şaşkınlıkla anlatıyor. Füsun’un kendi kendine soyunması belki de insanı seksten soğutacak kadar basit anlatılıyor. Açıkçası Benim Adım Kırmızı’da Kara’ya oral seks yapan Şeküre’nin o anı bile çok daha erotizm kokuyordu. İnsanı etkiliyordu.
Herkesin ağzında hep kolay veren veya vermeyen şeklinde bir tanımlama var. Romanın içine girip çıkan bütün kahramanlar sanki bunu düşünüyor ya da buna göre sınıflanıyorlar. Özellikle kadınlar elbette. Yanlış bulmuyorum, yanlış anlaşılmasın! Estetik imge olarak değerlendiriyorum.
Bekâretini kolay verenler, vermeyenler ya da belli bir güvence karşılığı (banka teminat mektubu da diyebiliriz buna) verenler.
Orhan Pamuk kitabını bir müze havası içinde kurgulamış. Kitabı okurken gerçekten o müzeyi gezer gibisiniz. Bütün bunlar gerçekten çok hoş enstantaneler. Ancak Orhan Pamuk’un aşka ne kadar uzak, o duyguyu fazlasıyla unutmuş, cinsellik için bile fazlasıyla yaşlanmış olduğunu bu kitabın daha ilk başlarında hemen anlayıveriyorsunuz.
O zaman kadın erkek ilişkilerinden bir anda soğuyorsunuz.
Masumiyet Müzesi insani yabancılaşmanın Türkiye içine nüfuz etmeye başladığı bir dönemi gözler önüne seriyor. Kuşkusuz tepeden aşağıya inen bir süreçten söz ediyoruz. Bugün bu durum toplumun farklı katmanlarına ulaşmışa benziyor.